Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: D:\www\mevzuatdergisi.com\resimler\mevzuatdergisi1.gif

 

 YIL: 14

SAYI: 164

AĞUSTOS 2011

 

 

Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: D:\www\mevzuatdergisi.com\resimler\soladogru.gifönceki

Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: Description: D:\www\mevzuatdergisi.com\resimler\yazicisembol.gifyazdır

 

 

 Yrd.Doç.Dr. Nursen Vatansever DEVİREN

 

Muğla Üniversitesi, İ.İ.B.F - İktisat Bölümü

 

 Arş.Gör. Gülbahar ATASEVER

 

Muğla Üniversitesi, İ.İ.B.F - İktisat Bölümü

 

                                                                  

EKONOMİK KÜRESELLEŞMENİN ULUS-DEVLET ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ


ÖZET

Bu çalışmanın temel amacı, ekonomik küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki etkilerini incelemektir. Küreselleşme, bilişim teknolojilerindeki gelişmeler ve deregülasyon politikalarına paralel olarak 1980’li yıllarda hızlı bir gelişme göstermiştir. Küreselleşme, siyasal ve sosyo-kültürel dönüşümlere de yol açan bir süreç olmakla birlikte bu dönüşümün temelinde ekonomik küreselleşme yatmaktadır. Ekonomik küreselleşme, kısaca mal ve faktör hareketlerinin serbestleştirilmesi yoluyla piyasaların bütünleşmesini hedeflemektedir.

Ekonomik küreselleşmenin temelinde ulus-devletin geleceği yatmaktadır. Radikaller, küreselleşmenin ulus-devleti zayıflattığını ve hatta egemenliğinde büyük aşınmalar meydana getirdiğini ve böylece ulus-devletin sona erme riskiyle karşı karşıya kalabileceğini savunmaktadır. Şüpheciler, küreselleşmeye rağmen ulus-devletin varlığını pek çok boyutuyla devam ettireceğini ileri sürmektedir. Dönüşümcüler ise ulus-devletin küresel düzende yeni rol ve sorumluluklar üstlendikçe küresel düzenin önemli bir aktörü olmaya devam edeceğini ileri sürmektedir. Günümüzde uygulanan neo-liberal politikalar yoluyla ulus-devlet, piyasa dostu devlet anlayışı çerçevesinde varlığını devam ettirmektedir.

Anahtar Kelimeler: Küresel Düzen, Ekonomik Küreselleşme, Ulus-devlet, Piyasa dostu devlet anlayışı.

EFFECTS OF ECONOMIC GLOBALIZATION ON NATION-STATE

ABSTRACT

The main aim of this study is to examine the effects of economic globalization on nation-state. Globalization made rapid progress in the eighties in paralel with deregulation politics and developments in information technologies. It is also a process that leads to political and socio-cultural transformation on the basis of which underlies economic globalization. Briefly, economic globalization aims entegration of markets by means of goods and factors movements’ liberalization.

Future of nation-state underlies on the base of economic globalization. Radicals believes that globalization weakens nation-state as well as causing huge detritions in its sovereignty so nation-state can encounter with risk of ending. Sceptics suggest that nation-state can continue its existence in many ways in spite of globalization. Transformationals argue that as nation-state takes new roles and responsibilities in global order it can go on being an important actor of global order. Nation-state continue living within the scope of understanding market friendly nation by means of neo-liberal politics that is being carried out these days.

Keywords: Global Order, Economic Globalization, Nation-State, Market Friendly State.

1. GİRİŞ

Küreselleşmenin ne zaman ortaya çıktığı konusunda araştırmacılar arasında görüş birliği bulunmamakla birlikte küreselleşme kavramı, literatüre 1980’li yıllarda girmiştir. Küreselleşme, 1980’li yıllarda hızlı gelişme göstermiştir. Bu gelişmede rol oynayan faktörler arasında bilişim teknolojilerindeki gelişmeler, ulus-üstü yönetişim kuruluşlarının artan rolü, deregülasyon politikaları, ticaretin liberalleştirilmesi, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki artış, ulus-ötesi şirketlerin artan rolü, sivil toplum kuruluşları ve yerel yönetimler yer almaktadır.

Küreselleşme siyasal, sosyo-kültürel ve ekonomik boyutları olan ve birbirini etkileyen çok boyutlu ve karmaşık bir süreçtir. Siyasal küreselleşme, son yıllarda hakimiyet alanı gittikçe azalan ulus-devletin rolü ve görevlerinin yeniden tanımlanması gerektiğine işaret etmektedir. Sosyo-kültürel küreselleşme, küresel düzenle birlikte endüstri toplumunun bilgi toplumuna dönüşümünü ifade etmektedir. Bu bağlamda küreselleşme süreci, her ne kadar siyasal ve sosyo-kültürel boyutları olan bir süreç olsa da temelinde ekonomik küreselleşme yatmaktadır.

Ekonomik küreselleşme, bilişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler ve deregülasyon politikalarına paralel olarak mal ve faktör hareketlerinin serbestleştirilmesi ve böylece piyasalar arasında entegrasyonun sağlanması olarak tanımlanabilir. Ekonomik küreselleşme sermayenin küreselleşmesi, üretimin küreselleşmesi ve ticaretin küreselleşmesi olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır.

Ulus-devletlerin Avrupa ölçeğinde yayılması, Fransız Devrimiyle olmakla beraber ulus-devlet sisteminin kökeni; 1648 yılında imzalanan Westphalia Antlaşması’na dayanmaktadır. Söz konusu antlaşma, temel nitelikleri milli egemenlik ve milli kimlik olan ve tek bir siyasi otoritenin varlığına dayanan ulus-devletleri ortaya çıkarmıştır. Böylece ulus-devlet modeline dayalı modern uluslararası ilişkiler başlamıştır. Ulus-devletin ortaya çıktığı yıllarda ekonomik düşünce olarak Merkantilizm geçerli olmuştur. Bu dönemin ardından gerçekleşen Sanayi Devrimi’yle birlikte Merkantilizm’in yerini Kapitalizm almıştır. Söz konusu dönemde Kapitalizmin temel doktrini olarak Klasik Liberal düşünce akımı gelişmiştir. 1945-1970 döneminde ulusal kalkınmacı devlet anlayışının ön plana çıkmasıyla Keynesyen politikalar uygulanmaya başlamıştır. 1980’li yıllarda başlayıp günümüze kadar gelen küreselleşme sürecinde uygulanan neo-liberal politikalar, beraberinde piyasa dostu devlet anlayışını getirmiştir. Bu süreçte, ulus-devletleri ortaya çıkaran Westphalia sisteminden uluslararası karşılıklı bağımlılığın ön plana çıktığı küresel bir sisteme geçilmiştir.

Bu makalede, ekonomik küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki etkileri incelenmektedir. Bu çerçevede küreselleşmenin tanımı ve tarihsel gelişimi, ekonomik küreselleşmenin boyutları, küreselleşme yaklaşımları, küreselleşme-ulus devlet etkileşimini açıklayan teorik yaklaşımlar ve ekonomik küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki etkileri ele alınmaktadır. Sonuçta küreselleşmeye getirilen bakış açıları ekseninde ulus-devletin yeni hakimiyet alanının nasıl belirlendiği sorusuna cevap aranacaktır.

2.     KÜRESELLEŞMENİN TANIMI VE TARİHSEL GELİŞİMİ

 

Küreselleşmeyi tanımlayan teorisyenler arasında McLuhan, Brenner ve Scholte’nin görüşleri dikkat çekmektedir.

McLuhan, küreselleşmeye küresel köy kavramıyla açıklık getirmektedir. McLuhan’a göre, günümüzde insanlar arası iletişim yaygınlaşmakta ve buna paralel olarak dünya, herkesin birbirinden haberdar olabileceği bir köy ortamına dönüşmektedir (McLuhan, 1964: 93). McLuhan, “süper uydu çağı” olarak adlandırdığı dönemde uydu vasıtasıyla sistemi kullanan herkesin, bir anda her yerde olma sürecinin yoğunlaşacağını ve düşük maliyetli iletişimin gerçekleşeceğini savunmuştur. Ayrıca enformasyon piyasasına gittikçe daha çok sayıda insan girecek ve bu kişiler, süreç içinde özel kimliklerini yitireceklerdir. Böylece ulusalcılık kavramı zayıflayacak, bölgesel devletler düşecek ve bir dünya devleti ortaya çıkacaktır (McLuhan ve Povers, 2001: 192-193).

Brenner, küreselleşmeyi çift yönlü diyalektik bir süreç olarak ele almaktadır. Birincisi mal, sermaye, para, insanlar, imajlar ve bilginin dolaşımının coğrafi mekanlar boyunca genişlemesi ve hızlanmasıdır. İkincisi, küresel hareketliliğin olanak sağladığı ölçüde toplumsal-mekansal altyapıların üretilmesi, yeniden şekillendirilmesi ve dönüşüme uğratılmasıdır (Brenner, 1999: 43).

Scholte küreselleşme sürecini uluslararasılaşma, liberalleşme, evrenselleşme, batılılaşma ve yeniden mekansallaşma olarak beş açıdan kavramsallaştırmaktadır. Scholte, uluslararasılaşma kavramını ülkeler arasında sınırların aşılması ve artan karşılıklı bağımlılık şeklinde tanımlarken liberalleşme kavramını ulus-devlet üzerindeki sınırlamaların kaldırılması olarak tanımlamıştır. Scholte, evrenselleşme’yi O. Reiser ve B. Davies’in kullandığı şekilde küresel hümanizm olarak ele alırken batılılaşmayı modernitenin sosyal yapısını içeren oluşumların tüm dünyaya yayılması anlamında kullanmıştır. Yazara göre, yeniden mekansallaşma kavramı ise coğrafi bölgelerin yeniden şekillenmesi olarak tanımlanmaktadır (Scholte, 2005: 16).

Küreselleşme; bilişim teknolojilerinin hızlı gelişmesi, ulus-ötesi şirketler ve ulus-üstü yönetişim kuruluşlarının ön plana çıkması gibi nedenlerden dolayı siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda dönüşüm yaşanması ve böylece ulus-devletin geleceğinin sorgulanmasına işaret eden bir süreç olarak tanımlanabilir.

Küreselleşme süreci birinci küreselleşme dalgası, ikinci küreselleşme dalgası ve üçüncü küreselleşme dalgası şeklinde üç döneme ayrılarak incelenebilir.

Birinci küreselleşme dalgası, feodalizmden ticari kapitalizme geçiş dönemine işaret etmektedir. Bu dönem, aynı zamanda siyasal açıdan feodal beyliklerin yerini ulus-devlete bıraktığı yıllardır. Ulus-devletin temeli, 1648 yılında imzalanan Westphalia Antlaşması’na dayanır. Bu antlaşmayla birlikte devletlerin karşılıklı olarak birbirlerinin iç işlerine karışmamaları garanti altına alınmış ve devletlerarası hukuk kuralları da oluşturularak dışsal otoritenin sınırları çizilmiştir. Ayrıca bu dönem, sömürgecilik ve Merkantilizm dönemi olarak da bilinmektedir.

İkinci küreselleşme dalgası, 19. yüzyılın ortalarından Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar sürmüştür. Söz konusu dönemde ticari kapitalizmin yerini sınai kapitalizmi almıştır. Bu dönemin dikkat çekici gelişmeleri arasında teknik buluşlar, tarımın ticarileşmesi ve piyasaların genişlemesi yer almaktadır. Bu gelişmelere paralel olarak ekonomik ilişkilerde yoğunlaşma, ticarette küreselleşme ve uluslararası rekabette artış ortaya çıkmıştır. Böylece ikinci küreselleşme dalgasının iktisadi doktrini olarak liberalizm ön plana çıkmıştır.

Üçüncü küreselleşme dalgası, 1970’li yıllarda başlayıp günümüze kadar süren dönemi kapsamaktadır. Söz konusu dönem, sosyo-politik açıdan sivil toplum kuruluşları (STK), artan bölgesel bütünleşmeler ve ulus-devletin zayıflatılması temalarıyla açıklanabilen bir döneme işaret etmektedir. Bu dönem bilişim teknolojilerinin ekonomi alanında kullanılması, finansal yenilikler ve ulus-ötesi şirketler ile karakterize edilmektedir. Bu döneme damgasını vuran en önemli gelişme, deregülasyon (kuralsızlaştırma) politikalarının etkisiyle finansal küreselleşmenin hız kazanmasıdır. Sonuçta piyasalar arası bağımlılığın artması, ulus-devletler arasındaki karşılıklı bağımlılığın gittikçe artmasına yol açmıştır.

Bu bağlamda küreselleşme süreci, siyasal ve sosyo-kültürel alanda yaşanan dönüşümleri kapsamakla birlikte temelde ekonomide yaşanan bir dönüşüm olarak görülmektedir. Bu durum küreselleşmede esas rolün, ekonomiye ve ekonomi alanındaki aktörlere bir başka deyişle ekonomik küreselleşmeye ilişkin olduğunu göstermektedir.

3.     EKONOMİK KÜRESELLEŞMENİN BOYUTLARI

Ekonomik küreselleşme; üretimin, ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi amacıyla engellerin kaldırılması ve böylece tüm ulus-devlet ekonomilerinin tek bir dünya piyasasıyla bütünleşmesine işaret etmektedir. Ekonomik küreselleşme kapsamında günümüzde uluslararası ticaret, hızlı bir şekilde artarken dolaysız yabancı sermaye yatırımları hızlanmakta ve artan kısa vadeli sermaye akımları, krizleri küresel hale getirmektedir. Gerek sermayenin küreselleşmesi gerekse üretimin ve ticaretin küreselleşmesinde IMF, Dünya Bankası ve WTO gibi ulus-ötesi yönetişim kuruluşları ile ulus-ötesi şirketler, önemli rol oynamaktadır.

Ekonomik küreselleşme çeşitleri arasında sermayenin küreselleşmesi, üretimin küreselleşmesi ve ticaretin küreselleşmesi yer almaktadır.

Sermayenin küreselleşmesi, uluslararası sermaye akımlarının önündeki engellerin kaldırılmasıyla birlikte sermaye mobilitesinin sağlanması şeklinde tanımlanabilir. Uluslararası sermaye akımları, bilişim teknolojisinin hızlı gelişmesi ve bu teknolojilerin uluslararası para ve finans piyasalarında kullanılmasına paralel olarak hızlı bir gelişme göstermiştir. Böylece günümüzde uluslararası sermayeye yönelik sınırlar kalkmış görünmektedir.

Sermayenin küreselleşmesi sürecinde ulus-ötesi şirketler, dolaysız yabancı sermaye yatırımlarını emek, hammadde ve çevre maliyetlerinin düşük olduğu ülkelere kaydırmaktadır. Bu bağlamda imzalanan Çok Taraflı Yatırım Antlaşması (MAI), ulus-ötesi şirketlerin yaptığı dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının serbestleştirilmesini hedeflemekte ve böylece ulus-devletler, bu yatırımları engellemek yerine cazip kılma yönünde politikalar izlemek zorunda kalmaktadır.

MAI yatırımların korunması, serbestleştirilmesi ve yüksek standartlı uluslararası yatırımlar için hukuki bir çerçeve sağlamaktadır. MAI, bir yandan ticarette istikrarlı bir serbestleştirme sağlamayı diğer yandan ulus-ötesi şirketleri, ulus-devletler karşısında koruma altına almayı hedeflemektedir (Minibaş, 1998: 29).

MAI anlaşmaları yoluyla geniş haklar elde eden ulus-ötesi şirketler, faaliyetleri için denetimsiz bir piyasa ve ulus-devlet talep etmektedir. Bundan dolayı küreselleşme olgusu, sermayenin uluslararasılaşması için ulus-devletin eskisine göre daha edilgen bir rol üstlenmesine yol açmıştır. Bu bağlamda sermayenin küreselleşmesiyle birlikte ulus-devletler, yabancı sermaye yatırımlarına yönelik olarak bağımsız politika izleyemez hale gelmektedir.

Böylece Yeni Ekonomik Düzende devletlerin “belirleyicilik” işlevini esas alan yaklaşımın yerini “kolaylaştırıcılık” işlevini esas alan yeni bir yaklaşıma bıraktığı görülmektedir (Beriş, 2006: 265). Bunun sonucunda devletin zorunlu mal ve hizmetlerin üretimi, fiyatlandırılması ve mülkiyeti üzerindeki ağırlığı gittikçe azalmaktadır. Devlet, gerek gelir dağılımını düzenlemek gerekse yerli sanayiyi korumak amacıyla artık düşük maliyetle üretim yapamadığı gibi sübvansiyonlarla da destekleme yapamamaktadır (Minibaş, 1998: 29). Bu süreçte, ulus-devlet ile ulus-ötesi şirketlerin çıkar çatışmasına girdiği ve ulus-devletin egemenlik alanının küçüldüğü söylenebilir.

  Üretimin küreselleşmesi sürecinde bilişim teknolojisindeki hızlı gelişmelere paralel olarak ulaşım ve iletişim maliyetleri, düşmüş ve üretim teknolojilerinde değişmeler yaşanmıştır. Bu süreçte ulus-ötesi şirketler, küresel işbölümü ve uzmanlaşma uyarınca mal ve hizmet üretiminin farklı aşamalarını maliyet avantajının olduğu ülkelere kaydırarak ve Esnek Üretim Sistemini benimseyerek üretimin küreselleşmesinde önemli rol oynamaktadır.

Günümüz bilgi toplumunun üretim sistemi niteliğindeki Esnek Üretim Sistemi, sanayi toplumunun üretim sistemi olan Fordist Üretim Sistemi’nin yerine geçmiştir. Fordist Üretim Sistemi, kitlesel üretim yapmaya yönelik bir sistem olmasına karşın Esnek Üretim Sistemi ise talep dalgalanmalarını esas alarak üretim yapılmasına olanak tanımaktadır. Fordist Üretim Sistemi’nde maliyetler, ölçek ekonomilerinden faydalanılarak düşürülürken Esnek Üretim Sistemi’nde maliyetler, çok amaçlı olarak kullanılabilen makineler yardımıyla düşürülmektedir. Esnek Üretim Sistemi’nin dahil olduğu küresel örgüt anlayışı; Stratejik Yönetim, Toplam Kalite Yönetimi, Takım Çalışması, Yönetimin Adem-i Merkezileşmesi ve Emeğin İstihdamında Esneklik gibi unsurları da içermektedir.

Üretimin küreselleşmesi, ülkeler arası gelişmişlik farklılıkları açısından sorgulanabilir. Küreselleşme sürecinde uluslararası işbölümü ve uzmanlaşma açısından gelişmiş ülkeler, bilgi teknolojisi gerektiren mal ve hizmetlerin üretiminde uzmanlaşırken gelişmekte olan ülkeler, kirlilik yaratan demir-çelik ve inşaat gibi endüstrilerle tekstil gibi tarıma dayalı sanayiler ve tarımsal ürünlerde uzmanlaşmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin uluslararası işbölümü ve uzmanlaşmadaki yeri, bazı tarımsal ürünler ve o ülkelere özgü madenlerle sınırlanmış durumdadır. Bu bağlamda, gelişmiş ülkeler katma değeri yüksek ürünlerde uzmanlaşırken az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler tarımsal ürünler, hammaddeler ve imalat sanayi ürünlerinde uzmanlaşmaktadır. Böylece gelişmiş ülkelerin küresel ekonomideki payı, gittikçe artmaktadır.

Böyle bir durumda, küreselleşme sürecinde az gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınma alanında sıçrama yapmaları güç görünmektedir. Bu bağlamda, ulus-devletin rolü ve hakimiyet alanının; küreselleşme sürecinde ulus-ötesi yönetişim kurumlarının politikaları, uygulanan neo-liberal politikalar, uluslararası işbölümü ve uzmanlaşma ile küresel örgüt anlayışı gibi faktörlerden dolayı yeniden tanımlanması gereği ortaya çıkmaktadır.

Ticaretin küreselleşmesi, mal-hizmet-fikir akımlarının liberalleştirilmesiyle birlikte ülkeler arasında ekonomik sınırlar olarak bilinen gümrük vergilerinin azaltılması ve kotaların kaldırılmasıyla birlikte uluslararası ticaret hacminin, ulus-ötesi şirketler ve e-ticaretin gelişmesine paralel olarak artışına işaret etmektedir. Bu açıdan, mal ticaretinin serbestleştirilmesini sağlamak amacıyla 1947 yılında kurulan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), Eski Korumacılık Engellerinin kaldırılmasını sağlamıştır. Ancak, küreselleşmenin dış ticareti liberalleştireceği tezi ile Eski Korumacılık Engellerinin yerini 1970’li yıllarda Yeni Korumacılık Engellerine bırakması olgusu, birbiriyle çelişir gözükmektedir. Çünkü Yeni Korumacılık Engelleri, daha çok az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ürettikleri emek yoğun mallar üzerinde uygulanmakta ve böylece söz konusu ülkelerin dış ticaretini kısıtlayıcı etki yaratmaktadır. Ayrıca, günümüzde gümrük tarifeleri düşürülmesine karşın az gelişmiş ülkelerin ihraç ettiği emek yoğun mallar üzerindeki tarife oranları ise göreceli olarak yüksektir.

Günümüzde GATT’ın yerini alan WTO, yaptırım gücü yüksek ulus-ötesi yönetişim örgütlerinden biri niteliğindedir. Ayrıca günümüzde uluslararası ticaret, Yeni Korumacılık Engellerine karşın hızlı artmaya devam etmektedir. Diğer yandan, 1994 yılında Uruguay Görüşmeleri ile kurulan Uluslararası Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması (GATS), 2000 yılından beri çok yanlı ticaret görüşmeleri düzenlemekte ve dünya hizmetler ticaretini serbestleştirmeyi hedeflemektedir.

Dünya mal ve hizmet ticareti hacmi, dünya üretim hacminden daha hızlı artış göstermiştir. Tablo 1, seçilmiş ülkeler ve yıllar itibariyle bu durumu sergilemektedir. 1993-2002 döneminde dünya ticaret hacmindeki artış, dünya üretim hacmindeki artıştan daha yüksek olmuştur. Tablo 1’e göre, 1993-2002 döneminde dünya ticaret hacmi ortalama %6.5 artarken dünya üretim hacmi ise ortalama %3.3 artmıştır. Diğer yandan, yıllar tek tek incelendiğinde küresel krizin etkisini gösterdiği 2009 yılı haricinde dünya ticaret hacmindeki artışlar, dünya üretim hacmindeki artışlardan yüksek çıkmıştır. Benzer şekilde dünya üretim ve dünya ticaret hacmindeki yüzdesel değişmeler, gelişmiş ülkeler ile yükselen ekonomiler ve GOÜ ayrımı için incelendiğinde bile durum değişmemektedir.

 

Tablo 1: Dünya Üretim ve Dünya Ticaret Hacminde Görülen Yüzdesel Değişmeler

 

Yıllar

Ortalama

1993-2002

 

2003

 

2004

 

2005

 

2006

 

2007

 

2008

 

2009

 

2010

Dünya Üretim Hacmi

 

3.3

 

3.6

 

4.9

 

4.6

 

5.3

 

5.4

 

2.8

 

0.7

 

5.1

Gelişmiş Ülkeler

 

2.8

 

1.9

 

3.1

 

2.7

 

3.1

 

2.8

 

0.1

 

–3.7

 

3.1

Yükselen ekonomiler ve GOÜ

 

4.1

 

6.2

 

7.5

 

7.3

 

8.2

 

8.9

 

6.0

 

2.8

 

7.3

Dünya mal ve hizmet ticaret hacmi

 

6.5

 

6.1

 

11.2

 

8.0

 

9.1

 

7.7

 

3.0

 

–10.7

 

12.8

İhracat

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gelişmiş Ülkeler

 

6.0

 

4.0

 

9.6

 

6.5

 

9.1

 

6.8

 

2.1

 

–11.9

 

12.3

Yükselen ekonomiler ve GOÜ

 

8.3

 

11.7

 

15.4

 

12.0

 

10.6

 

10.2

 

4.7

 

–7.7

 

13.6

İthalat

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gelişmiş Ülkeler

 

6.3

 

4.8

 

9.7

 

6.7

 

7.9

 

5.2

 

0.6

 

–12.4

 

11.7

Yükselen ekonomiler ve GOÜ

 

 

7.0

 

10.8

 

16.4

 

11.7

 

10.8

 

13.8

 

9.1

 

–8.0

 

14.9

 

Kaynak: IMF World Economic Outlook, September 2011, Table A1, Summary of World Output, 178, (19.11.2011).

http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2011/02/pdf/tables.pdf. ve

IMF World Economic Outlook, September 2011, Table A9, Summary of World Trade Volumes and Prices, 193, (19.11.2011).

http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2011/02/pdf/tables.pdf. sitelerinden yararlanılarak tarafımızdan hazırlanmıştır.

 Bu gelişmelere ek olarak bilişim teknolojilerinin dış ticarete yansıması niteliğindeki e-ticaret, son yıllarda hızlı bir artış göstermektedir. Ayrıca, ulus-ötesi şirketler de ticaretin küreselleşmesinde etkin rol oynamaktadır. Sonuçta, gerek e-ticaretin artması gerekse ulus-ötesi şirketlerin yaptıkları ticaret hacminin artmasından dolayı tüm dünya ülkeleri, potansiyel piyasa haline gelmekte ve böylece ulus-devletler arasındaki karşılıklı bağımlılık artmaktadır.

 

4.        KÜRESELLEŞME YAKLAŞIMLARI

Küreselleşmenin getirdiği çok yönlü dönüşüm sürecini açıklayan teorisyenler; radikaller, şüpheciler ve dönüşümcüler olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır.

Radikaller yani aşırı küreselleşmeci teorisyenler arasında Appadurai, Drucker, Fukuyama, Hobsbawn ve Ohmae yer almaktadır. Radikaller, küreselleşen dünyada ulus-devletin klasik gücünü ve etkinliğini yitirdiğini ifade etmektedir. Söz konusu teorisyenler, ulus-devletin klasik işlevlerini sivil toplum kuruluşlarına devrettiğini ve uluslararası hukuk karşısında ikinci planda kaldığını savunmaktadır. Radikallerin temel öngörüleri, evrensel değer ve kurumların giderek yerleşeceği ve nihayetinde küresel bir medeniyetin doğacağı yönündedir. Bu teorisyenlere göre ulusal sınırlar da giderek anlamsızlaşacağından ulus-devletlerin siyasi gücü, giderek azalırken hükümetler zamanla ikinci plana düşecek ve sonuçta küresel piyasa temelinde bütünleşme ve uygarlık gerçekleşecektir (Fox, 2002: 35).

Şüpheciler arasında Amin, Chomsky, Huntington, Wallerstein ve Tabb gibi teorisyenler yer almaktadır. Söz konusu teorisyenler, radikallerin görüşlerine katılmayarak küreselleşmenin ilk kez yaşanan bir olgu olmadığını savunmaktadır. Ayrıca yaşanmakta olan sürecin, üçüncü küreselleşme dalgası olduğunu ve bu dalganın da diğerleri gibi gelip geçici olduğunu savunmaktadır. Şüphecilere göre küreselleşme, emperyalizmin yeni bir şekli olarak algılanırken radikallerin ulusal ekonomilerin ortadan kalkabileceği yönündeki görüşü, bu teorisyenler tarafından benimsenmemektedir. Bu teorisyenler, ulus-devletin klasik şeklini yitirmekle birlikte ulus temelli yapılanmanın yok edilemeyeceği kanısındadır. Bir başka deyişle şüpheciler, ulus-devletin küreselleşmenin getirdiği yeni düzene uyum sağlayacağı görüşünü savunmaktadır.

Dönüşümcüleri temsil eden teorisyenler arasında Friedman, Giddens, Habermas ve Hirst&Thompson bulunmaktadır. Dönüşümcüler, küreselleşmenin çok yönlü değişim ve dönüşüm sürecine atıfta bulunmakta ve henüz bir açıklama yapmak için erken olduğunu düşünmektedir. Bu teorisyenlere göre küreselleşme, ulus-devletin içsel ve dışsal hakimiyet gücünü belirsiz hale getirmektedir. Dönüşümcülerin ulus-devletle ilgili geliştirdiği argüman, ulus-devletin küreselleşmeye nasıl entegre olacağı ile ilgilidir.

Dönüşümcülerin ulus-devletin küresel düzene entegre olacak şekilde yeni rol ve sorumluluklar üstlenmesi görüşü, radikallerin küresel düzene yakın olma ve şüphecilerin ulus-devletlere verdiği önem gibi görüşlerin bir sentezi niteliğinde olduğu için daha gerçekçi görünmektedir.

5.       KÜRESELLEŞME VE ULUS-DEVLET ETKİLEŞİMİNİ AÇIKLAYAN TEORİK YAKLAŞIMLAR

 

Küreselleşme ve ulus-devlet etkileşimini açıklayan teorik yaklaşımlar Merkantilist, Liberal, Neo-Klasik, Sosyal Demokrat, Marksist ve Neo-Liberal devlet yaklaşımları olmak üzere altı grupta incelenmektedir.

 

5.1. Merkantilist Devlet Yaklaşımı

 

Merkantilizm, “mutlak monarşi ve yeni gelişen devletlerin öğretisi” olarak yaklaşık üç yüzyıl iktisadi düşünceyi temsil etmiştir. Merkantilizmin temel amacı, devletin ekonomik ve siyasal gücünün göstergesi olan altın stokunu artırmaktır. Merkantilist dönemde bu amacın gerçekleştirilebilmesi için iç ve dış ekonomik faaliyetlerin yapılmasında yoğun devlet müdahalesi öngörülmüştür. Ayrıca devlet ekonomik faaliyetleri belirleme, özellikle dış ticaret politikasını denetleme, sömürgeciliğin devamlılığı için deniz ticaretini geliştirme ve güçlü donanma kurma yönünde görevler üstlenmiştir. Bu bağlamda Merkantilist devlet yaklaşımı moneter, milliyetçi ve müdahaleci olarak nitelendirilebilir.

 

5.2. Klasik Liberal Devlet Yaklaşımı

 

Merkantilizme karşı olarak ortaya çıkan Klasik Ekol, liberal ve bireyci bir düşünceye sahiptir ve dolayısıyla devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savunmaktadır. Klasik İktisadın kurucusu A. Smith’e göre ekonomik faaliyetler, doğal bir düzen çerçevesinde “görünmez el” bir başka deyişle serbest işleyen piyasa ve fiyat mekanizması yoluyla gerçekleşir. Tam rekabet piyasası koşulları işlemektedir. Bireysel çıkarlar, ekonomik yaşamı düzenlemektedir. Ekonomide, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” görüşü geçerlidir. Dış ticaretin serbest olması gerektiği savunulmaktadır. Geçici dengesizlikler ortaya çıksa bile ekonomilerin daima tam istihdamda dengeye geleceği varsayılmaktadır. Bu nedenlerden dolayı devletin ekonomiye müdahale etmesine gerek yoktur. Böylece Liberal devletin asıl görevi, jandarma devlet olarak iç ve dış güvenliği sağlamak olmakta ve bu durumda sınırlı devlet yapısı ortaya çıkmaktadır.

 

5.3. Neo-Klasik Devlet Yaklaşımı

 

Klasik İktisadi Düşünce’de piyasa ekonomisinin tek başına sosyal refahın optimizasyonunu sağlayacağı ve bu nedenle devletin, ekonomiye müdahale etmemesi gerektiği görüşü hakim olmuştur. Neo-Klasik İktisadi Düşünce’de ise piyasa ekonomisinin bazı faktörlerden dolayı başarısızlığa uğrayabileceği ve böylece sosyal refahın optimumdan uzaklaşabileceği görüşü savunulmuştur. Neo-Klasikler, klasik iktisatçılardan farklı olarak devletin ekonomiye müdahalesinin gerekli olduğunu ancak bunun “sınırlı” olması gerektiğini ileri sürmüştür (Aktan, 2003: 24).

 

Neo-Klasikler, eksik rekabetin olumsuz sonuçlarının ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuştur. Bu iktisatçılar, pozitif dışsallığın bulunduğu alanlardaki faaliyetlerin devlet tarafından desteklenmesini savunurken negatif dışsallığın bulunduğu faaliyetlerin de ya bizzat devletçe yapılmasını ya da bu faaliyetleri yapan özel sektörün düzenleyici vergilere tabi tutulması gerektiğini ileri sürmüştür. Diğer yandan Neo-Klasikler, tam kamusal mallar dışında yarı kamusal ve doğal tekel mallarının da kısmen devletçe üretilmesini savunmaktadır (Aktan, 2000: 34). Dolayısıyla Neo-Klasikler, eksik rekabet piyasalarının yol açtığı başarısızlıkların giderilmesinde devletin, kamu ekonomisi araçları yoluyla ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini savunmuştur.

 

5.4. Sosyal Demokrat Devlet Yaklaşımı

1929 Dünya Krizi’nin yaşandığı yıllarda ortaya çıkan Keynes, krizin efektif talep yetersizliğinden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Klasik iktisatçılar, ekonomilerin daima tam istihdamda dengeye geldiğini ileri sürerken Keynes ise ekonomilerin genellikle eksik istihdamda dengeye geldiğini savunmuştur. Bu bağlamda Keynes, tam istihdama ulaşılabilmesi için devletin düzenleyici ve müdahaleci fonksiyonlar üstlenmesi gerektiğini ve krizin aşılması için efektif talebin artırılması yönünde aktif iktisat politikaları izlemesi gerektiğini ileri sürmüştür.

 

1945-1970 döneminde Keynesyen politikaların uygulanmasıyla birlikte ulusal kalkınmacı devlet yaklaşımı ön plana çıkmış bu bağlamda devlet, ekonomiye aktif iktisat politikaları yoluyla müdahalelerini artırmıştır. Ayrıca söz konusu dönemde, ulusal gelirin yeniden dağılımını gerçekleştirmeye yönelik sosyal harcama politikaları izlendiği için sosyal demokrat devlet yaklaşımı gelişmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Keynesyen içerikli ulusal kalkınmacı ve sosyal devleti kapsayan fonksiyonel bir devletin ortaya çıktığı dikkati çekmektedir.

Sosyal Demokrat Devlet, piyasa ekonomisinin şartlarını korumaktan çok özellikle piyasa ekonomisinin dengesizliklerini ve adaletsizliklerini düzeltmeye yardımcı olmayı amaçlayan aktif bir katılımcıdır. Dolayısıyla devlet, zenginliğin yaratılmasından çok adaletli bir şekilde dağıtılması üzerine odaklanmıştır. Bu bakımdan Keynesyen iktisat ve sosyal refah, sosyal demokrat bir devletin ikiz görünümleri niteliğindedir. Keynesyen iktisat politikalarının hedefi, büyümeyi teşvik etmek ve tam istihdamı sağlamak için kapitalizmi “yönetmek” veya “regüle etmek”tir. Bu bir planlama durumunu gerektirse de Klasik Keynesyen strateji, maliye politikasındaki ayarlamalar yoluyla talebi yönetmeyi ifade etmektedir. Refah politikalarının benimsenmesi ile devletin sorumlulukları, vatandaşları arasında sosyal refahı geliştirme yönünde genişlemiş ve böylece refah devleti ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı Sosyal Demokrat devlet, kendisini bireyi güçlendirmeye adamış ve bunu yapmaya muktedir olan devlettir (Heywood, 2010: 139).

 

Sonuç olarak Klasik Liberal devlet yaklaşımı jandarma devlete dayanırken Sosyal Demokrat devlet yaklaşımı ulusal kalkınmacı ve sosyal devlete dayanmaktadır.

5.5.           Marksist Devlet Yaklaşımı

Marksist görüşe göre, günümüzde geçerli olan kapitalist sistemde devletin rolü, Marksizm’in temel unsuru olan sınıf çatışmasına dayalı olarak açıklanabilir. Bu bağlamda Gouverneur’a göre, sınıflara bölünmüş her toplumda devletin temel işlevi; egemen sınıfı iktidarda tutmak koşuluyla geçerli sosyal sistemin yeniden üretilmesini sağlamaktır. Kapitalist toplumda da devletin temel işlevi, kapitalist sınıfın işçilerin tamamı üzerindeki egemenliğini sağlamaktır. Devlet bu işlevini baskıcı ve önleyici müdahaleler yoluyla yapar. Marksizmin temel unsurlarından birisi olan sınıf çatışması, devletin baskıcı müdahaleleriyle sona erdirilir. Diğer taraftan devlet bireylerin özgür olmaları, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve işgücü sözleşmeleri gibi konularda önleyici müdahalelerde bulunur (Gouverneur, 2007: 264-265).

Neo-Marksistlere göre ulus-devlet ile sermayenin çıkarları arasındaki uyumsuzluk, sermayenin boyutları ve hareketi doğrultusunda ulus-ötesi yönetişim kuruluşları gibi yeni siyasal yapıların ortaya çıkmasını gerektirmiştir. Sermayenin ihtiyacı olan ve bugüne kadar ulus-devletler tarafından yapılan sermayeye ilişkin düzenlemeler, küreselleşme sürecinde artık ulus-ötesi kuruluşlar tarafından yapılmakta ve bu gelişme, Çevre ülkeler üzerinde negatif etki yaratmaktadır (Koray, 2001: 37). Merkez/Çevre ilişkileri bağlamında Merkez, sermayenin yanı sıra teknoloji, iletişim ve pazarlama gibi alanlarda sahip olduğu tekel gücü yoluyla Çevre üzerinde denetleme ve düzenleme yapmaktadır.

 

5.6.    Neo-Liberal Devlet Yaklaşımı

 

Neo-liberal politikalar, 1980’li yılların sonlarında ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher döneminde uygulanan politikalar olarak dikkati çekmeye başlamıştır. Söz konusu politikaların dayandığı ekonomik çerçeve, ilk kez kalkınma iktisatçısı J. Williamson tarafından ortaya atılmış ve daha sonraları ulus-ötesi yönetişim kuruluşları tarafından geliştirilmiştir. “Washington Uzlaşması” olarak adlandırılan bu çerçeve, küresel düzeyde serbest piyasa ekonomisine geçişi öngören neo-liberal politika demetinden oluşmaktadır. Washington Uzlaşması, on ilkeden oluşmaktadır (Williamson, 1990).

 

1)               Mali disiplinin sağlanması,

2)               Kamu harcamalarında önceliğin eğitim, sağlık ve altyapı hizmetlerine verilmesi,

3)               Daha düşük marjinal vergi oranlarına ve daha geniş vergi tabanına dayalı vergi reformunun yapılması,

4)               Faiz oranının piyasada belirlenmesi,

5)               Rekabetçi bir döviz kurunun belirlenmesi,

6)               Ticaretin liberalleştirilmesi,

7)               Dolaysız yabancı sermaye yatırım girişlerinin serbestleştirilmesi,

8)               Özelleştirme faaliyetlerinin hızlandırılması,

9)               Deregülasyon (kuralsızlaştırma) politikalarının izlenmesi,

10)            Mülkiyet haklarının güvence altına alınması.

 

Washington Uzlaşmasının getirdiği bu ilkeler, piyasa temelli yaklaşıma işaret etmektedir. Bu açıdan küresel düzeyde serbest piyasa ekonomisinin getirdiği rekabetçi ortamın öneminin gittikçe artmasıyla birlikte ulus-devlet, politikalarını rekabetçi ortama göre ayarlamak ve ekonomi üzerindeki müdahalelerini en aza indirgemek zorunda kalmıştır. Bu bağlamda Washington Uzlaşması, deregülasyonu ön plana çıkarırken devletin rolünde sosyal demokrat devlet yaklaşımından minimal devlet yaklaşımına doğru bir yönelme ortaya çıkmıştır.

1970’li yılların sonu ve 1980’li yılların başında ABD’de, Reaganomics adı verilen yeni ekonomi politikası uygulanmaya başlamıştır. Reaganomics, Başkan Reagan tarafından uygulamaya konulan ve daha liberal bir dünya ekonomisi yaratmayı hedefleyen politikalara işaret etmektedir. Reagan’ın 1980’li yıllar boyunca izlediği moneter içerikli arz yanlı politikalar arasında hükümet harcamalarındaki artışın azaltılması, gelir vergileri ve sermaye kazançlarına ilişkin vergilerin azaltılması, hükümet düzenlemelerinin azaltılması, enflasyonu azaltmak için para arzının kontrolü, özelleştirme ve devletin küçültülmesi yer almaktadır. Bu politikalar yoluyla ekonomide toplam arzın artırılması amaçlanmıştır.

ABD’de uygulanan bu politikalar, o dönemde İngiltere’de Başkan Thatcher tarafından uygulanmış ve Thatcherizm olarak adlandırılmıştır. Thatcherizm, moneter içerikli olarak uygulanmıştır. Bu bağlamda öncelik, işsizliğin değil enflasyonun kontrol edilmesine verilmiştir. Böylece hükümet, enflasyonu azaltmak amacıyla para arzını kontrol etmek durumunda kalmıştır. Piyasaların liberalleştirilmesi, kamu harcamaları üzerindeki kontrolün artırılması, vergi indirimleri, özelleştirme ve devletin küçültülmesi gibi politikalar; Reaganomics’de olduğu gibi Thatcherizm’de de uygulama alanı bulmuştur.

Gerek Reaganomics gerekse Thatcherizm olarak adlandırılan politikaların temel varsayımı, kamu sektörünün küçültülmesi yoluyla kamunun kaynak dağılımını bozucu etkisinin azaltılmasıdır.

IMF’in yapısal uyum politikaları, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik sorunlarını çözmede yetersiz kalmıştır. Washington Uzlaşmasına yönelik eleştirilerin artmasıyla birlikte 1990’lı yılların ortalarından itibaren Post-Washington Uzlaşması’na yönelme gereği duyulmuştur.

Stiglitz’e göre, Post-Washington öncesi gündemde hükümet ile piyasalar arasında ikame ilişkisinden çok tamamlayıcılık ilişkisi ön plana çıkmış ve dolayısıyla hükümetlerin, piyasaların oluşturulmasına yardımcı kurumlar olması gerektiğinin farkına varılmıştır.

Stiglitz, piyasaların etkin çalışmasını sağlamak için gerekli kurumsal altyapının oluşturulmasında hükümetlerin özel bir sorumluluk üstlenmesi gerektiğini savunmuştur. Söz konusu kurumsal altyapının, en azından etkin yasalar ile bunların uygulanmasını sağlayacak yasal kurumları kapsayacağını vurgulamıştır. Stiglitz, piyasaların etkin çalışabilmesi için mülkiyet haklarının açıkça belirlenmesi, etkin rekabeti sağlamak için anti-tröst yasalarının çıkarılması, sözleşmelerin yürütülmesinin güvence altına alınması ve böylece piyasalara ilişkin güvenin tesis edilmesi gerektiğine işaret etmiştir (Stiglitz, 2001: 346-347).

1990’lı yılların ortalarından itibaren ABD’de Clinton’ın başkan olmasıyla birlikte Clintonomics, Yeni Ekonomik Düzen’e yön vermeye başlamıştır. Başkan Clinton’un izlediği Keynesyen içerikli arz yanlı politikalar arasında mali disiplinin sağlanması ve bütçe açıklarının azaltılması, düşük faiz oranları ve özel sektör yatırımlarının teşvik edilmesi, korumacı tarifelerin elimine edilmesi ile beşeri sermayeye yatırım yapılması yer almaktadır.

Post-Washington Uzlaşması, reregülasyonu bir başka deyişle piyasaların etkin çalışmasını sağlamak için düzenlemelerin yapılmasını yani devletin ekonomiye müdahalesinin artırılmasını kapsamakta ve böylece günümüzdeki devlet yapısı, minimal devlet yapısından “piyasa dostu devlet” yapısına dönüşmektedir.

 

Dünya Bankası tarafından 1991 yılı raporunda “piyasa dostu devlet” olarak sunulan anlayışa göre devlet, piyasanın yerini almak üzere değil ancak piyasadaki aksaklıkları gidermek üzere hareket etmektedir. Bu açıdan, piyasa ile devletin birbirinin alternatifi değil tamamlayıcısı olduğu söylenebilir. Dolayısıyla devlet, piyasaların etkin işleyebilmesi için bazı kamusal mal ve hizmetlerin üretilmesi ve satılması konusunda piyasa ile ortak hareket edecek şekilde tüm kurumsal ve hukuksal düzeni oluşturmakla yükümlüdür. Bu çerçevede devletin vergileme, yasaklama, cezalandırma, piyasa ile ortaklaşa girişimlerde bulunma gibi düzenleyici rolünün önemi büyüktür. Devlet, vergileme gücüyle kamusal malların üretiminde finansmanı temin ederken yasaklama ve cezalandırma gücüyle güvenlik ve mülkiyet haklarını garanti altına almaktadır (Acı, 2005). Piyasa dostu devlet anlayışı; piyasayı kurala bağlayarak düzenleyen, dışsal ekonomiler yaratarak işlem maliyetlerini azaltan ve reform çabalarını destekleyerek sivil toplumun gelişmesi için uygun koşulları hazırlayan bir anlayış niteliğindedir (Acı, 2005).

6. EKONOMİK KÜRESELLEŞMENİN ULUS-DEVLET ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Küreselleşme siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel boyutları olan karmaşık bir süreç olmakla birlikte küreselleşmenin temelini, neo-liberal politikalarla karakterize edilen ekonomik küreselleşme oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, siyasal ve sosyo-kültürel küreselleşmeyi ortaya çıkaran ve hızlandıran öge, ekonomik küreselleşme olmaktadır.

 

 Strange; küresel dünyada gücün, zayıf devletlerden güçlü devletlere, devletlerden piyasalara, emek piyasasından para piyasasına kaydığına işaret etmektedir (Strange, 1996: 89). Bu bağlamda günümüzde, ekonomik küreselleşmeyi yönlendiren temel aktörler arasında gelişmiş ülkeler, ulus-ötesi yönetişim kuruluşları, ulus-ötesi şirketler, neo-liberal politikalar ile para ve sermaye piyasaları yer almaktadır.

Küreselleşmenin refah devleti üzerindeki etkilerini inceleyen görüşler negatif perspektif, pozitif perspektif ve şüpheci perspektif olmak üzere üç grupta incelenebilir.

Küreselleşmenin getirdiği dönüşüm süreci, ulus-devlet açısından pek çok şey ifade etmektedir. Çok kültürlü ve kozmopolit bir dünyayı ilan eden bu dönüşüm sürecinde ulus-devletin yeri, sorgulanır hale gelirken üstlendiği roller tartışılmaktadır. Bu bağlamda küreselleşme süreci, merkezi ulusal hükümetler ile ulus-devletlere dayanan eski düzeni zayıflatan ve düzensizliğe yol açan dünya siyasetindeki en temel faktör olarak görülmektedir. Negatif perspektif veya etkinlik hipotezi olarak adlandırılan bu bakış açısı, küreselleşmenin ulus-devletlerin refah devleti boyutunu aşındırdığını ve sosyal refah politikalarındaki yeni gelişmelerin uygulanmasını önleyerek refah devletinin krize sürüklendiğini savunmaktadır. Negatif perspektifin temel varsayımı, ulus-devletin sahip olduğu araçların ekonominin küreselleşmesi yoluyla aşındırıldığı yönündedir (Kim ve Zurlo, 2009: 131).

Küreselleşme, neo-liberal ekonomi paradigması çerçevesinde yüksek vergi oranları ve sosyal harcamalar yoluyla uluslararası rekabetçi bir ekonominin gelişmesini engellediği için büyük ulus-devletin, küreselleşmiş bir ekonomik çevrede etkili olamayacağı düşünülmektedir. Böylece ulus-devlet, küresel ekonominin baskısıyla karşılaşarak sosyal refah politikaları üzerindeki iktidarını yitirmeye başlamıştır. Ulusal ekonomi, uluslararası piyasaya açılmakta ve hükümetler, maliyetli sosyal refah harcamalarını kısan sıkı maliye politikasını benimseyerek küresel rekabetin gereklerini yerine getirmek zorunda kalmaktadır (Kim ve Zurlo, 2009: 131).

Özellikle Çevre ülkelerde ulus-devlet, sosyal ve ekonomik politika gibi yaşamsal alanlarda alınacak kararları; uluslararası finans kuruluşları, büyük sermaye ve endüstrileşmiş devletler ittifakına devretmektedir. Ekonomi politikaları, sosyal öncelikler, askeri harcamalar, siyasal sistemler ve insan haklarına ilişkin alanlarda devletin gücünün zayıfladığı dikkati çekmektedir (Ghai, 1995: 62). Böylece küreselleşmenin, çoğu kez ulus-devletlerin özellikle vergilendirme, gelirin yeniden dağılımı için yapılan kamu harcamaları ve makro ekonomik politikaları uygulama kapasitelerini azalttığı düşünülmektedir (Wolf, 2001: 185). Bu durum, ulus-devletin egemenlik anlayışında radikal bir değişimin yaşanmakta olduğunu göstermektedir.

Pozitif perspektif ise, küreselleşme ve refah devletinin uyumlu hareket edebileceğini ileri sürmektedir. Bir başka deyişle küreselleşme, refah devletini güçlendirme potansiyeline sahiptir. Pozitif perspektif ya da telafi edici hipoteze göre; ekonomilerin uluslararasılaşması, vergilendirme ve sosyal harcamaların artmasını kolaylaştırarak sosyal güvenliğe yönelik talebi artırmaktadır. Diğer yandan, ekonomik açıklık sosyal harcamaları artırmaktadır. Günümüzdeki tartışmalar, bu etkinin şüpheli ve kendiliğinden belirsiz veya marjinal bir etkiye sahip olduğu yönündedir. Ancak ulus-devlet, küreselleşmenin etkilerine esneklik gösterebilir ve böylece küreselleşmeye rağmen istikrarını koruyabilir (Kim ve Zurlo, 2009: 131).

Şüpheci perspektif, ulusal sosyal politikanın artan küreselleşme tarafından etkilendiğine inanmak için ne teorik bir neden ne de ampirik bir kanıt olduğunu ileri sürmektedir. Söz konusu görüş tarihi miras, sosyal ve politik kurumlar gibi ulusal faktörlerin, küreselleşmenin sosyal politika oluşturma etkisini azalttığını vurgulamaktadır. Şüpheci perspektifin savunucuları, sosyal politikayı yönlendirmede küreselleşme gibi dışsal faktörlerden çok belirli bir ülkenin politikasının daha belirleyici olduğunu ileri sürmektedir (Kim ve Zurlo, 2009: 132).

Küreselleşme sürecinde ulus devletlerin, ulusal ve bağımsız ekonomi politikası belirleme gücü aşınmıştır. Küreselleşme yanında bölgeselleşme ve yerelleşme eğilimlerine paralel olarak ulus-devletler, bağımsız politika belirleme gücünü ulus-ötesi yönetişim örgütleri, bölgesel entegrasyonlar ve yerel yönetimlerle paylaşmak zorunda kalmıştır (Oman, 1996: 23). Ayrıca üçüncü sektör olarak ortaya çıkan sivil toplum kuruluşları; eğitim, barınma, çevre ve mikro kredi dağıtılması gibi alanlarda kamu sektörü ile işbirliği halinde çalışmaktadır. Diğer yandan günümüzde ulus-ötesi şirketlerin, küreselleşme sürecindeki rolleri ve etkinlikleri gittikçe artmakta ve böylece ulus-devletin hakimiyet alanında görülen aşınma hızlanmaktadır. Ekonomik küreselleşme sürecinde Yeni Kamu İşletmeciliği anlayışının gelişmesiyle birlikte yönetişim anlayışına geçilmiştir.

 

Ekonomik küreselleşme; ulus-ötesi yönetişim örgütlerinin sayısını ve rolünü arttırmış ve böylece söz konusu örgütlerin, ulus-devlet üzerindeki etkileri de gittikçe artmaya başlamıştır. Ulus-devletler; IMF, Dünya Bankası ve WTO gibi kuruluşların etkisiyle neo-liberal politikalar izlemek zorunda kalmaktadır. Bu bağlamda IMF ve Dünya Bankası, kredi verdiği ülkelere kredi karşılığında yapısal uyum politikalarını uygulamayı şart koşmakta, ekonomik alanda reform yapma zorunluluğu getirmekte ve böylece neo-liberal politikalar, hem ekonominin hem de siyasetin küreselleşmesine yol açmaktadır. WTO ise, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin uzmanlaştıkları malların ihracatını kısmaya yönelik bazı politikalar izlemektedir. Sonuçta ulus-devletler para, sermaye ve dış ticaret gibi birçok alanda olduğu gibi siyaset alanında da bağımsız bir politika belirleyemez hale gelmektedir. Böylece ulus-devletlerin görevi, ekonomik küreselleşmenin gerektirdiği politikaları uygulamak şeklinde belirlenmektedir.

 

Diğer yandan ulus-ötesi şirketler, gerek sayılarının artması gerekse dünya ticaretinin %70’ni sağlamaları nedeniyle ekonomik küreselleşmede önemli rol oynamaktadır. Bu şirketler ve izledikleri küresel stratejiler; dış ticaret akımları, dolaysız yabancı sermaye yatırımları için yer seçimi ve diğer ekonomik faaliyetlerin belirlenmesi ve gerçekleştirilmesinde etkin bir rol oynamaktadır. Ulus-ötesi şirketler, ulus-devletleri yatırım yaptıkları ülke açısından etkilemektedir. Bu açıdan söz konusu şirketler, yatırım yaptıkları ülkelerde istihdam olanağı yaratmaktadır. Örnek olarak, Nike firması mal üretiminin %100’ünü fason üretim şeklinde Çin Halk Cumhuriyeti, Malezya ve Güney Kore gibi ülkelerde yapmakta ve 75.000 işçiye iş olanağı yaratmaktadır. Buna karşın ulus-devletler, yatırım yapma karşılığında ulus-ötesi şirketlere sendikal haklar konusunda bazı tavizler vermek zorunda kalmaktadır (Steger, 2006: 76-77).

 

Dünya genelinde ulus-ötesi şirketlere ilişkin ana şirket sayısı, 103.786 iken bağlı şirket sayısı ise 892.114 düzeyindedir (UNCTAD, 2010). Günümüzde bazı ulus-ötesi şirketler, yıllık satış ciroları yönünden birçok ulus-devletin GSYİH’sını aşmış durumdadır. Tablo 2, seçilmiş ulus-ötesi şirketlerin yıllık ciroları ile ulus-devletlerin GSYİH değerlerini 2009 yılı itibariyle karşılaştırmalı olarak sunmaktadır.

 

Tablo 2: Seçilmiş Ulus-ötesi Şirketlerin Yıllık Ciroları İle Ulus-Devletlerin GSYİH Değerlerinin Karşılaştırılması (2009 yılı)

Sıra

Şirket adı

Yıllık cirosu (milyon $)

Ülke Adı

GSYİH

(milyon $)

1

Exxon Mobil

442,851

Polonya

430,076

5

General Electric

183,207

Çek Cum.

190,274

6

General Motors

148,979

Pakistan

161,990

7

Ford Motor

146,277

Romanya

161,110

9

Hewlett-Packard

118,364

Macaristan

128,964

11

Bank of America Corp.

113,106

Kazakistan

115,306

18

Cardinal Health

91,091

Vietnam

97,180

20

Procter & Gamble

83,503

Slovakya

87,642

34

Boeing

60,909

Suriye

52,177

35

Microsoft

60,420

Sudan

54,681

46

Pfizer

48,296

Umman

46,114

60

Walt Disney

37,843

Litvanya

37,206

73

Coca-Cola

31,944

Özbekistan

32,104

78

Motorola

30,146

Uruguay

31,511

93

Philip Morris International

25,705

Yemen

26,365

107

McDonald's

23,522

Panama

24,711

111

Delta Air Lines

22,697

Kamerun

22,186

117

Google

21,796

Tanzanya

21,368

130

Amazon.com

19,166

Türkmenistan

19,947

136

Nike

18,627

Bolivya

17,340

166

Colgate-Palmolive

15,330

Honduras

14,318

216

Dean Foods

12,455

Zambiya

12,805

246

Southwest Airlines

11,023

Kongo

10,575

255

Avon Products

10,690

Mozambik

9,790

265

Liberty Media

10,084

Namibya

9,265

345

Yahoo

7,209

Madagaskar

8,590

353

Peabody Energy

7,074

Burkina Faso

8,141

369

CMS Energy

6,821

Çad

6,839

388

American Family Insurance

6,431

Haiti

6,479

394

Visa

6,263

Zimbabwe

5,625

 

Kaynak:CNNMoney(05.11.2011), http://money.cnn.com/magazines/fortune/fortune500/2009/full_list/. ve World Bank, World Development Indicators 2011, Table 4.2, Structure of Output, 198-200, (05.11.2011). http://issuu.com/world.bank.publications/docs/9780821387092_part2, sitelerinden faydalanılarak tarafımızdan hazırlanmıştır.

Tablo 2’ye göre, 1. sıradaki Exxon Mobil şirketinin 2009 yılı cirosu, Polonya’nın GSYİH’sını aşarken 5. sıradaki General Electric şirketinin cirosu, Çek Cumhuriyeti’nin GSYİH’sına yaklaşmıştır. Ayrıca General Motors, Ford Motor, Hewlett-Packard, Coca-Cola, Motorola, Phillip Morris International, McDonald’s, Amazon.com ve Yahoo şirketlerinin yıllık ciroları, sırasıyla Pakistan, Romanya, Macaristan, Özbekistan, Uruguay, Yemen, Panama, Türkmenistan, Madagaskar gibi ülkelerin GSYİH değerlerine yaklaşmış görünmektedir. Diğer yandan Boeing, Microsoft, Pfizer, Walt Disney, Google, Nike, Visa şirketlerinin yıllık cirolarının ise sırasıyla Suriye, Sudan, Umman, Litvanya, Tanzanya, Bolivya, Zimbabwe gibi ülkelerin GSYİH değerlerini aştığı dikkati çekmektedir.

 

Bölgesel entegrasyonların günümüzde hızlı artış göstermesi, küreselleşme süreciyle çelişmektedir. Bölgeselleşme hareketleri ile entegrasyon içinde yer alan ulus-devletler, kendi aralarında ortak politikalar uygulamak zorunda kaldıkları için ulusal yetkilerini yer aldıkları entegrasyona devretmek zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla entegrasyon içinde yer alan ulus-devletler, kendi aralarında üretim faktörlerine serbestlik sağlayarak bütünleşirken entegrasyon dışında kalan ulus-devletlere bu konuda çeşitli engeller çıkarmaktadır. Başlıca engeller arasında göçü kısıtlayıcı politikalar, dış ticarette yeni korumacılık engelleri ve ileri teknoloji transferine ilişkin engeller yer almaktadır. Bu bağlamda, entegrasyona dahil olan ulus-devletlerle dışında kalan ulus-devletler arasındaki gelişmişlik farklılıklarının, küreselleşme sürecinde artmakta olduğu ve bu açıdan bölgeselleşme hareketlerinin, küreselleşme süreciyle çeliştiği söylenebilir.

 

 

Tablo 3: Küresel Ekonomiyle Entegrasyon

 

TİCARET

  

GSYİH’nın Yüzdesi  

 MalHizmet

 ULUSLARARASI

 FİNANS

 

 GSYİH’nın Yüzdesi  

 

 

 Doğrudan Yabancı

 Sermaye Yatırımları

 

Net Girişler Net Çıkışlar

 

 İNSAN HAREKETLERİ

 Üniversite

 Eğitimi Almış

 25 yaş ve üstü

Net Göç U.arası Nüfustan

(bin) Göç Stoku Eğitim için

 Toplam OECD

 Nüfusun Ülkelerine

 Yüzdesi Gidenlerin  

Yüzdesi

 

İLETİŞİM*

 

 

 

 

Her 100 Kişiye Düşen Mobil Telefon Üyeliği

 

 Ülke

2008

2008

2008

2008

2000-05

2005

2000

2008

Dünya

 

53.0

12.3

3.0

3.5

3.0

5.4

61

Düşük Gelirli

 

74.9

15.2

5.1

-3,728

1.6

13.2

 

28

Orta

Gelirli

56.2

9.6

3.5

1.3

-14,512

1.4

6.7

57

Düşük-Orta Gelirli

60.0

10.6

3.4

1.1

-11,119

0.9

6.4

47

Üst- Orta Gelirli

52.5

8.6

3.6

1.5

-3,393

3.3

7.1

95

Düşük-Orta

Gelirli

56.7

9.7

3.6

1.3

-18,240

1.4

7.2

52

Doğu Asya &Pasifik

68.0

9.4

3.3

1.4

-3,722

0.3

7.0

53

Avrupa-&Orta Asya

58.1

10.2

4.4

1.7

-2,138

6.6

4.2

110

Latin Amerika-&Karayip

41.9

6.1

3.0

0.8

-5,738

1.1

10.6

80

OrtaDoğu&Kuzey Afrika

68.6

26.3

4.6

-1,850

3.2

10.4

58

Güney Asya

 

41.3

12.8

3.3

1.4

-3,181

0.8

5.3

33

Sahra-altı Afrika

64.9

13.3

3.5

0.1

-1,611

2.1

12.3

33

Yüksek Gelirli

 

51.5

13.3

2.8

4.4

18,091

11.4

4.0

106

Avrupa

Sahası

67.9

17.4

3.1

6.1

7,269

9.9

7.0

122

 

Kaynak: World Bank, World Development Indicators 2010, Table 6.1, Integration with the Global Economy, 356, (22.11.2011),

http://data.worldbank.org/sites/default/files/section6.pdf. ve *World Bank, World Development Indicators 2010, Table 5.11, Power and Communications, 334, (22.11.2011), http://data.worldbank.org/sites/default/files/section5.pdf .

 

 

Tablo 3, Küresel ekonomiyle entegrasyonu; ticaret, uluslararası finans, insan hareketleri ve iletişim açısından seçilmiş yıllar ve ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre sınıflandırarak sergilemektedir. 2008 yılı mal ticaretinin GSYİH içindeki payı ve hizmet ticaretinin GSYİH içindeki payı, düşük gelirli ülkelerde sırasıyla %74.9 ve %15.2 düzeyinde olup bu paylar dünya ortalamasından ve orta gelirli, düşük-orta gelirli ve yüksek gelirli ülkelerin paylarından daha yüksek gerçekleşmiştir. Uluslararası finans alanında 2008 yılı itibariyle düşük gelirli ülkelerde doğrudan yabancı sermaye yatırımı girişlerinin GSYİH içindeki payı, %5.1’lik payla dünya ortalamasından ve diğer tüm ülke gruplarının payından daha yüksektir. Aynı yıl için yüksek gelirli ülkelerde doğrudan yabancı sermaye yatırımı çıkışlarının GSYİH içindeki yüzdesi, %4.4’lük payla en yüksek düzeyde görülmektedir.

İnsan hareketleri alanında 2000-2005 döneminde net göç çıkışının en fazla yaşandığı ülkeler, 18.240.000 kişi sayısıyla düşük-orta gelirli ülkeler olmuştur. Aynı dönemde net göç girişinin en yüksek olduğu ülkeler ise 18.091.000 kişi sayısıyla yüksek gelirli ülkeler olarak görülmektedir. Üniversite eğitimi almış 25 yaş ve üstü nüfustan eğitim amacıyla OECD ülkelerine gidenlerin yüzdesi, düşük gelirli ülkelerde nüfusun %13.2’si iken yüksek gelirli ülkelerde ise %4 olmuştur. İletişim alanında 2008 yılında her 100 kişiye düşen mobil telefon üyeliği açısından dünya ortalaması 61 iken düşük gelirli ülkeler, 28 değeriyle bu ortalamanın oldukça altında yer alırken bu ülkeleri 33 değeriyle Güney Asya ve Sahra altı Afrika ülkeleri izlemektedir. Yüksek gelirli ülkelerde söz konusu değer, 106 iken Avrupa Sahası en yüksek değer olan 122 düzeyindedir. Ayrıca Orta Doğu/Kuzey Afrika ülkelerinin 58 değeri ile dünya ortalamasının bile altında kaldığı dikkati çekmektedir.

Ekonomik küreselleşme sürecinde internet, televizyon, telefon ve cep telefonu gibi iletişim araçları çeşitlenmiş, iletişim maliyetleri düşmüş ve böylece iletişim araçları yaygınlaşmıştır. Bu durum, Ortadoğu’da başlayan isyanın kitlesel niteliğe kavuşması ve böylece halk hareketleri şeklinde ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Sosyal paylaşım siteleri, ortak bilincin oluşturulup yaygınlaştırılmasında etkili olmuş ve böylece Tunus’ta başlayan halk hareketlerinin, domino etkisi yaratarak diğer Arap ülkelerine yayılmasına yol açmıştır (Pekşen, 2011: 8).

 

Tunus’ta başlayan halk hareketi, domino etkisi yaratarak Mısır, Yemen, Bahreyn, Libya, Cezayir ve Ürdün’e sıçramıştır. Ortadoğu’da ve Arap dünyasında baş gösteren halk hareketlerinin ortaya çıkmasında içsel nedenler ile dışsal nedenlerin rol oynadığı ileri sürülmektedir. İçsel nedenler arasında siyasal ve ekonomik nedenler yer almaktadır. İçsel nedenler siyasal açıdan demokrasi, insan hakları ve özgürlük taleplerinin karşılanamamasına işaret ederken ekonomik açıdan tüketim taleplerinin karşılanamaması ve gelir dağılımındaki adaletsizliklerin giderilememesine işaret etmektedir (Tüysüzoğlu, 2011: 1-2). Ayrıca söz konusu ülke ekonomileri daha çok petro-kimya sanayine bağımlı olduğu için basit tüketim mallarını bile dışarıdan ithal etmek zorunda kalmaktadır. Bu bölgedeki halklar, eğitim-sağlık gibi temel hizmetlerden etkin şekilde yararlanamamaktadır.

Bununla birlikte Arap devletleri, işsizlik oranlarını düşüremediği için kitlelerin hoşnutsuzluğu gittikçe artmıştır. Büyüyen ekonomik sorunlar karşısında halka hesap vermeyen Ortadoğu’daki otoriter rejimler, küresel ekonomiye göre düzenlenmiş stratejiler üretmemiştir. Ayrıca otoriter rejimler halkın kitlesel ve demokratik kanalları kullanmasını engellendiği için halk hareketleri, ertelenmiş ve yansımalarını günümüzde göstermiş görünmektedir (Pekşen, 2011: 7).

 

Dışsal nedenler arasında ise küresel güçlerin rol oynadığı ileri sürülmektedir. Bu bağlamda bölgeye ilgi duyan en önemli aktör konumundaki ABD, 2000’li yılların başında “Büyük Ortadoğu Projesi” yoluyla strateji değişikliğine gitmiştir. Söz konusu proje yoluyla otoriter rejimlerden demokratik rejimlere geçilmesi hedeflenmektedir (Tüysüzoğlu, 2011: 2).

Ortadoğu’da ve Arap ülkelerinde ortaya çıkan halk hareketleri, bu coğrafyadaki devletlerin küreselleşmenin siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel gereklerini yerine getirmeme yönünde izlediği politikaların iflas etmesi şeklinde değerlendirilebilir. Bu açıdan küreselleşme, her alanı ve tüm ulus-devletleri etkileyen hatta günümüzde otoriter rejimleri yıkabilme gücüne sahip çok boyutlu bir süreç olarak dikkati çekmektedir.

Ekonomik küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki diğer bir etkisi, 1990'lı yılların başlarında “Yeni Kamu İşletmeciliği” anlayışının gelişme göstermesidir. Söz konusu anlayış, vatandaş odaklı yönetim esasına dayanmaktadır. Bu anlayış, yerel yönetimlerde işletmecilik anlayışı ve piyasa yönelimli yaklaşımlar, yerel kamu hizmetlerinde özelleştirme eğiliminin yaygınlaşması ile kaynak kullanımında etkinlik ve hizmetleri etkin sunma gereksinimini kapsamaktadır. Günümüzde Yeni Kamu İşletmeciliği anlayışı, gelişme göstererek Yönetişim anlayışı şekline dönüşmüştür.

Yönetişim anlayışı; devlet, piyasa ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliğine dayanmaktadır. Dayandığı ilkeler arasında çoğulculuk ve yönetime katılma gibi ögeler yer almakta ve toplum; devlet, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının karşılıklı bağımlılığı tarafından şekillenmektedir. Ulus-devletin görevi, bu anlayış doğrultusunda alınan kararların uygulanmasını sağlamaktır. Ayrıca ulus-devletin yerelleşme yoluyla ulus-altı mekanizmalara bağlı kalması olgusu, yerel yönetimlere yetki aktarımı ve kamu hizmetlerinin yürütülmesinde yönetişim anlayışının uygulanması şeklinde değerlendirilebilir.

Ekonomik küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki etkileri ulus-devletin kaybettiği, koruduğu ve değişen/kazandığı işlevleri olarak üç grupta incelenebilir.

Ulus-devletin kaybettiği işlevler, genel olarak beş grup şeklinde sıralanabilir:

1.       Ulus-devlet, öncelikle ekonomik alan olmak üzere birçok alanda egemenlik gücünü ulus-ötesi şirketler ve sivil toplum örgütleriyle paylaşmak durumunda kalmıştır.

2.       IMF, Dünya Bankası ve WTO gibi ulus-ötesi yönetişim kuruluşları, ekonomi ve siyaset alanlarına ilişkin tüm ülkeleri bağlayıcı nitelikte kararlar aldığı için ulus devletler, bağımsız karar verme güçlerini yitirmektedir. Bu durum, ulus-devletlerin egemenliklerinde aşınmalar ortaya çıkarmaktadır.

3.       Özelleştirme yoluyla devletin ekonomideki payı ve rolü azalırken ekonomik alana müdahale etme gücü de sınırlandırılmıştır.

4.       Ulaşım ve bilişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle birlikte ulus-devletin sınırlar üzerindeki hakimiyeti aşınmıştır.

5.       Ulus-devletlerin sosyal refah politikalarının yerini günümüzde özel sektörü destekleyici politikalar almaktadır.

 

Ulus-devletin koruduğu işlevler, şu şekilde sıralanabilir:

1.       Ulus-devletler, ekonomik ilişkilerde taraf olma özelliklerini korumaktadır.

2.       Ulus-devletler, hala vergi toplama ve senyoraj hakkı elde etme gibi alanlarda yetkili konumda olmayı sürdürmektedir.

3.       Sermaye hareketleri tam olarak küreselleşmekle birlikte mal ve hizmet ticareti, işgücü hareketleri ve teknoloji transferi alanlarında kısmi küreselleşme dikkati çekmektedir. Sonuçta ulus-devletler çeşitli gümrük tarifeleri, göçü kısıtlayıcı politikalar ve patent hakları yoluyla sınırları kısmen kontrol etme gücünü elinde tutmaktadır.

4.       Ulus devletler, ekonomi alanında büyük ölçekli yatırımlar ile Ar-Ge projelerinin desteklenmesinde en büyük finansman kaynağıdır.

5.       Ulus-devletler, küresel krizlerin yönetiminde etkili bir aktör olmayı sürdürmektedir.

 

Ulus-devletin değişen/ kazandığı işlevleri, aşağıdaki gibi sıralanabilir:

1.       Ulus-devletlerin, yeni küresel düzende ekonomi ve siyaset alanında üstlendiği belirleyicilik rolünden düzenleyicilik rolüne geçtiği görülmektedir.

2.       Ulus-devletler, ulus-üstü kuruluşlara üstten ve ulus-altı kuruluşlara da alttan yetki ve sorumluluk devretmesi nedeniyle bu kuruluşlara meşruiyet kazandırmaktadır.

3.       Ulus-devletler, küresel aktörlerin söz sahibi olduğu Yeni Ekonomik Düzen’de küresel düzene uygun stratejiler geliştirmek zorunda kalmakta ve böylece küresel sistemin gereklerini yerine getirerek bu sisteme eklemlenmektedir.

4.       Yeni küresel düzende ulus-devletlerin uyguladığı politikaların demokrasiye uygunluk, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi kriterleri içermesi gerekmektedir.

5.       Ulus-devlet tarihsel süreçte jandarma devletinden sosyal demokrat devlete; minimal devletten piyasa dostu devlete doğru bir dönüşüm geçirmiştir.

 

7. SONUÇ

Küreselleşme, 1980’li yıllardan itibaren bilişim teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel alanlarda büyük dönüşümlerin yaşandığı çok boyutlu ve karmaşık bir süreç olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda küreselleşme süreci, temelde ekonomik alanda yaşanan dönüşümlerin siyasal ve sosyo-kültürel alanlar üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır.

Küreselleşme tartışmalarının temelinde ulus-devletin geleceği yatmaktadır. Radikaller, küreselleşmenin ulus-devleti zayıflatarak egemenliğinde büyük aşınmalar meydana getirdiğini ve ulus-devletin sona erme riskiyle karşılaşabileceğini savunmaktadır. Şüpheciler, küreselleşmeye rağmen ulus-devletin varlığını birçok boyutuyla devam ettireceğini ileri sürmektedir. Dönüşümcüler ise, ulus-devletin egemenlik alanında bazı aşınmaların olduğunu kabul etmekle birlikte üstlendiği rollerde bazı değişiklikler ortaya çıktığı için ulus-devletin hakimiyet alanının yeniden belirlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu bağlamda dönüşümcülerin, küreselleşme ulus-devlet ilişkisini daha realist bir çerçevede değerlendirdiği sonucuna varılabilir.

1980’li yıllarda başlayan ve günümüzde uygulanmaya devam eden neo-liberal politikalar, ekonomik küreselleşmenin teorik yaklaşımı olarak görülmektedir. 1980’li yıllarda Washington Uzlaşması çerçevesinde ABD ve İngiltere’de uygulanmaya başlayan deregülasyon politikaları sonucunda sosyal demokrat devlet anlayışından minimal devlet anlayışına geçilmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren Post-Washington Uzlaşması’yla birlikte başlayan re-regülasyon politikaları sonucunda piyasa dostu devlet anlayışına geçilmiştir. Söz konusu anlayışa göre, piyasa dostu devlet bağlamında hükümetler ile piyasalar arasında ikame ilişkisinden çok tamamlayıcılık ilişkisi ön plana çıkmıştır. Bu süreçte hükümetler, piyasaların gelişmesi için gerekli kurumsal altyapıyı düzenlemekle görevli hale gelmiştir. Bundan dolayı devletin ekonomide üstlendiği rol, belirleyicilik işlevinden düzenleyicilik işlevine doğru kaymıştır.

Ulus-devlet, bu süreçte kamu sektörü yoluyla bazı kamusal malları üreterek dışsallık yaratmakta ve özel sektörün verimli çalışmasını sağlamak için piyasalara ilişkin kurumsal altyapıyı düzenlemektedir. Ayrıca son yıllarda ulus-devletin, üçüncü sektör olarak da bilinen sivil toplum kuruluşlarının gelişmesi yönünde çabalar harcadığı dikkati çekmektedir. Çünkü küreselleşme sürecinde minimal devlet anlayışından piyasa dostu devlet anlayışına geçilmiş ve böylece sosyal refah politikaları, artık ulus-devlet ile sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliği çerçevesinde yürütülmeye başlanmıştır. Sonuçta ulus-devlet kamu sektörü, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları arasında işbirliği sağlayarak ekonomik kalkınmada katalizör rolü oynamaktadır.

Ekonomik küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki etkileri ele alındığında ulaşılan sonuçlar, şu şekilde özetlenebilir. Ulus-ötesi şirketlerin yıllık cirolarının bazı ulus-devletlerin yıllık GSYİH değerlerine yaklaşması/aşması; ulus-devletlerin egemenlik gücünün zayıfladığının göstergesi olarak görülebilir. Ekonomik küreselleşmeye paralel olarak dünya mal ve hizmet ticaret hacmindeki artışlar, dünya üretim hacmindeki artışlardan daha hızlı gelişme göstermektedir. Küresel ekonomiyle entegrasyon; ticaret, uluslararası finans, insan hareketleri ve iletişim açısından incelenebilir. Mal ve hizmet ticareti ile uluslararası finans yönünden küresel ekonomiyle entegrasyon dikkate alındığında düşük gelirli ülkelerin payları, gerek dünya ortalamasından gerekse orta gelirli, düşük-orta gelirli ve yüksek gelirli ülkelerin paylarından daha yüksek gerçekleşmiştir. İnsan hareketleri açısından en fazla göç girişinin yaşandığı ülkeler yüksek gelirli ülkeler iken en fazla göç çıkışının yaşandığı ülkeler, düşük-orta gelirli ülkelerdir. İletişim alanında ise beklendiği üzere yüksek gelirli ülkelerin küresel ekonomiyle daha entegre oldukları gözlenmektedir.

Pek çok alanda karşılıklı bağımlılığın artması, zaman-mekan ayrımının ortadan kalkması, ulus-ötesi kuruluşların ve sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkması gibi gelişmeler; ulus-devletler üzerinde büyük etkiler yaratmıştır. Son yıllarda ulus-devletlerin egemenlik gücünde ortaya çıkan aşınmalar/değişimler, küreselleşme sürecinin ulus-devlet üzerindeki yansımaları şeklinde değerlendirilebilir.

Bu bağlamda, ulus-devletin kaybettiği işlevler arasında egemenliğini diğer küresel aktörlerle paylaşmak zorunda kalması ve ekonomideki rolünün gittikçe azalması yer almaktadır. Bunun sonucunda ulus-devletler, ulus-ötesi yönetişim kuruluşları tarafından belirlenen kuralları uygulamak zorunda kalmakta ve bu durum, ulus-devletlerin bağımsız karar alma güçlerinde aşınmalar ortaya çıkarırken demokrasi açıklarını da beraberinde getirmektedir. Böylece, Westphalia Antlaşması’nın getirdiği mutlak egemenlik anlayışından küreselleşmenin getirdiği kayıtlı egemenlik anlayışına geçilmiştir. Ulus-devletin koruduğu işlevler arasında ekonomik ilişkilerde hala taraf olmayı sürdürmesi, en büyük finansman kaynağı olmaya devam etmesi ve küresel krizlerin yönetiminde etkili bir aktör olmayı sürdürmesi yer almaktadır. Yeni küresel düzende ulus-devletin ekonomi ve siyaset gibi alanlara ilişkin olarak üstlendiği belirleyicilik rolünün yerini düzenleyicilik rolünün alması, ulus-devletin değişen/kazandığı işlevleri olarak görülmektedir.

 


KAYNAKÇA
ACI, E. Y., (Ocak 2005), “Küreselleşme Olgusu ve STK’lar”, Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi, Cilt:5, Sayı:1, (05.10.2011).

http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=223.

AKTAN, C., (2000), Politik İktisat, İzmir, Anadolu Matbaacılık.

AKTAN, C., (2003), Değişim Çağında Devlet, (1.baskı), Konya, Çizgi Kitabevi.

BERİŞ, H. E., (2006), Küreselleşme Çağında Egemenlik: Ulusal Egemenliğin Yeni Sınırları, (1.baskı), Ankara, Lotus Yayınevi.

BRENNER, N., (1999), “Beyond State-Centrism? Space, Territoriality and Geographical Scale in Globalization Studies”, Theory and Society, Vol.28, 39-78.

CNNMoney(05.11.2011), http://money.cnn.com/magazines/fortune/fortune500/2009/full_list/.

FOX, J., (2002), Chomsky ve Küreselleşme, (E. Kılıç, Çev.), İstanbul, Everest Yayınları.

GHAI, D., (1995), “Yapısal Uyum, Küresel Bütünleşme ve Sosyal Demokrasi”, Prendergast, R. & Stewart, F., (edt), Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 39-71.

GOUVERNEUR, J., (2007), Kapitalist Ekonominin Temelleri: Çağdaş Kapitalizmin Marksist Ekonomik Tahliline Giriş, (2.baskı), (F. Başkaya., Çev.), Ankara, İmge Kitabevi.

HEYWOOD, A., (2010), Siyaset, (3.baskı), Kalkan B., (edt), Ankara, Adres Yayınları.

 

IMF World Economic Outlook, September 2011, Table A1, Summary of World Output, 178, (19.11.2011).

http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2011/02/pdf/tables.pdf.

 

IMF World Economic Outlook, September 2011, Table A9, Summary of World Trade Volumes and Prices, 193, (19.11.2011).

http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2011/02/pdf/tables.pdf.

KIM, T. K.ve ZURLO, K., (2009) “How Does Economic Globalization Affect the Welfare State? Focusing on the Mediating Effect of Welfare Regimes”, International Journal of Social Welfare, Vol.18, 130-141.

KORAY, M., (2001), “Küreselleşme Süreci ve Ulus-Devlet, Ekonomi, Siyaset Tartışmaları”, Küreselleşme ve Ulus-Devlet, Koray M., (der.), İstanbul, Yıldız Teknik Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayını, 25-48.

MCLUHAN, M., (1964), Understanding Media, London, Routledge.

MCLUHAN, M. ve POVERS B. R., (2001), Global Köy, (B.Ö. Düzgören., Çev.), İstanbul, Scala Yayıncılık.

MİNİBAŞ, T., (1998), “Küreselleşen Sermayenin Anayasası: MAI”, İktisat Dergisi, Sayı.381, 28-30.

OMAN, C., (1996), “The Policy Challenges of Globalisation and Regionalisation”, Policy Brief No.11, OECD Development Centre, Paris, 1-49.

 

PEKŞEN, H. D., (Mart 2011), “Ortadoğu’daki Halk Hareketlerinin Arkaplanı”, (22.09.2011), http://www.bilgesam.org/tr/.

 

SCHOLTE, J. A., (2005), Globalization: A Critical Introduction, (2th ed.), New York, Palgrave Macmillan,.

STEGER, M. B., (2006), Küreselleşme, (A. Ersoy Çev.), Ankara, Dost Yayınevi.

 

STIGLITZ, J., (2001), “An Agenda for Development for the Twenty-First Century”, The Global Third Way Debate, (1th ed.), Giddens A., (edt), Blackwell Publishers, 340-357.

 

STRANGE, S., (1996), The Retreat of the State: the Diffusion of Power in the World Economy, New York, Cambridge University Press.

TÜYSÜZOĞLU, G., (09.02.201), “Ortadoğu’da Aslında Ne Oluyor?”, (30.09.2011) .http://www.stratejikboyut.com/haber/ortadoguda-aslinda-ne-oluyor--50209.html.

 

UNCTAD, (2010), Web Table 34, Number of Parent Corporations and Foreign Affiliates, by Region and Economy, (19.11.2011).

http://www.unctad.org/sections/dite_dir/docs/WIR11_web%20tab%2034.xls,

WILLIAMSON, J., (1990), “What Washington Means by Policy Reform”, Latin American Adjustment: How Much Has Happened?, Williamson J., (edt.), Peterson Institute for International Economics, (25.09.2011), .http://www.iie.com/publications/papers/paper.cfm?ResearchID=486.

WOLF, M., (2001), “Will the Nation-State Survive Globalization”, Foreign Affairs, Vol.80, No.1, 178-190.

World Bank, World Development Indicators 2011, Table 4.2, Structure of Output, 198-200, (05.11.2011).

http://issuu.com/world.bank.publications/docs/9780821387092_part2,

World Bank, World Development Indicators 2010, Table 6.1, Integration with the Global Economy, 356, (22.11.2011),

http://data.worldbank.org/sites/default/files/section6.pdf.

 

World Bank, World Development Indicators 2010, Table 5.11, Power and Communications, 334, (22.11.2011),

http://data.worldbank.org/sites/default/files/section5.pdf .