YIL: 12

SAYI: 138

HAZİRAN 2009

 

 

önceki

yazdır

 

 

 Dr. Alptekin MOLLA

 

                                                                                                   

  

SOĞUK SAVAŞ SONRASI NATO ASKERİ MÜDAHALELERİ VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ: KOSOVA KRİZİ VE MÜDAHALE SÜRECİ


 ÖZET

Bu çalışma, Soğuk Savaş sonrası önemli bir değişim süreci içerisine giren NATO’nun kendi görev alanı dışında ortaya çıkan uluslararası krizlere yönelik askeri müdahalelerini ve Türkiye’nin bu müdahaleler içerisindeki rolünü Kosova krizi çerçevesinde analiz etmektedir. Bosna-Hersek’de yaşanan iç savaş sırasında NATO’nun üstlendiği görevler dışarıda tutulduğu takdirde Kosova krizi NATO’nun geleneksel görev alanı dışında kendi başına yürütmüş olduğu ilk askeri müdahale örneğini oluşturmaktadır. Daha sonra uluslararası terörizmle mücadele kapsamında Afganistan’da Taliban militanlarına karşı başlatılan askeri operasyonların da NATO’ya devredilmesiyle birlikte, NATO’nun müdahale alanını Avrupa coğrafyasının dışına taşıdığı görülmektedir. NATO’nun bu yönde bir strateji geliştirmesi Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan uluslararası yapıya bir uyum olarak değerlendirilirken bu müdahaleler sırasında yaşanan güçlükler NATO’nun bu yeni misyonunun başarısı şansının da sorgulanmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’nin tarihsel ve kültürel anlamda yakın ilişki içerisinde olduğu söz konusu bu kriz bölgeleri kendisine NATO politikaları içerisinde daha belirleyici bir konum sağlarken, kendisine yönelik beklentilerin fazlalığı Türkiye’nin bunları karşılama kapasitesinin ötesine geçmektedir. Bu açılardan bakıldığında Kosova krizi sürecinin iyi anlaşılıp değerlendirilmesi, bugün Afganistan’da olduğu gibi NATO’nun gelecek dönemlerde üsteleneceği yeni görevlerin ve Türkiye’nin bunlara yapacağı katkının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.     

Anahtar kelimeler: NATO, Kosova Krizi, Türkiye, ABD

 

NATO’S MILITARY INTERVENTIONS AND TURKEY’S ROLES IN THE POST- COLD WAR PERIOD: THE KOSOVO CRISIS AND THE INTERVENTION PROCESS

ABSTRACT       

This study is aimed at analysing the military interventions of NATO in the crises that were not in NATO’s traditional responsibility zone, and Turkey’s roles in these interventions in the post-Cold War era in the perspective of the Kosovo crisis. Excluding NATO’s presence in the Bosnia-Herzegovina crisis, NATO’s military intervention in the Kosovo crisis was the first NATO operation that took place in the territory outside of NATO’s traditional zone of responsibility.  After completing the mission in Kosovo, NATO undertook military operations against the Taliban militia in Afghanistan under the U.S policy named ‘War on Terror’.  With this operation NATO military forces extended their sphere of influence outside the European border.  This change in NATO’s strategic concept, and the nature of NATO’s missions, can be considered as an adaptation of the policies of NATO to the new international security environment.  However, the difficulties which were experienced during these NATO operations caused a questioning of the achievement of NATO’s new missions in the post-Cold War period.  On the other hand, with its historical and cultural ties with these conflict regions, Turkey’s position in the formulation of NATO’s policies regarding these conflicts became a more determinant and essential part within NATO.  Considering all these points, a deep analysis of the Kosovo intervention can provide a better understanding about NATO’s future missions and operations in the post-Cold War period and Turkey’s contributions to them.

Keywords: NATO, Kosovo Crisis, Turkey, the U.S.

GİRİŞ

 

II. Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından Avrupa’da hissedilen Sovyet askeri tehdidine karşı, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Batı Avrupa ülkelerinin bir kısmı tarafından savunma amaçlı bir örgüt olarak kurulan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO), böyle bir tehdidin ortadan kalkmasının ardından yeni bir kimlik ve meşruiyet arayışı içerisine girmiştir. NATO’nun bu arayışı fazla uzun sürmemiş, Doğu Bloku’nun çözülmesinin ardından bu coğrafyada baş gösteren siyasi bunalım ve çatışma ortamları, Avrupa’da istikrarın yeniden sağlanması konusunda NATO’ya olan ihtiyacı tekrar gündeme getirmiştir.

Soğuk Savaş sonrası değişen uluslararası ortamın yeni şartlarına göre Avrupa-                                                                        Atlantik bölgesinde istikrar ve güvenliği bozucu tehditler ve riskler yeniden tanımlanırken, yeni dönemde bunlarla mücadele edilmesi NATO’nun görevleri arasında kabul edilmiştir. Bu şekilde görev alanını yeniden tanımlayan NATO, Avrupa’da bir yandan eski Doğu Avrupa ülkeleri ve Rusya ile işbirliği olanakları yaratmaya çalışırken diğer yandan bu bölgede Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan                                                                                                                                                                                                                                          etnik çatışmalar ve siyasi bunalımlara barışçı çözüm yolları aramıştır. NATO’nun Avrupa’da siyasi ve askeri istikrarın yeniden oluşumunu sağlayarak, II. Dünya Savaşı’nın bitiminden beri süre gelen Avrupa’nın bölünmüşlüğün ortadan kaldırılması için başlattığı girişimler hemen hemen tüm Doğu Avrupa ülkelerini kendi bünyesine alarak doğuya doğru genişlemesi ve Rusya ile ikili ilişkilerini düzenleyen özel anlaşmalar imzalamasıyla sonuçlanmıştır.

Bu süre içerisinde Avrupa’da yaşanan sıcak çatışmalarda askeri ve siyasi anlamda ortaya koyduğu lider rolüyle, NATO Avrupa savunması ve güvenliğindeki merkezi konumunu bir kez daha ortaya koymuştur. Bosna ve Kosova krizleri NATO için Soğuk Savaş sonrası benimsediği yeni görevler konusunda bir uygulama alanı olmuştur. İçinde olduğu örgütsel dönüşüm sürecinde, gerek ittifak içi tartışmalar gerekse Rusya faktöründen dolayı Bosna-Hersek sorununa yeterince dahil olamayan ve fazla bir varlık gösteremeyen NATO, bu durumu Kosova krizinde telafi etmiştir. İttifak içerisinde bazı ülkelerin muhalefeti ve Rusya’nın itirazlarına rağmen, NATO tarafından Sırplara karşı gerçekleştirilen hava operasyonu başarı ile sonuçlanırken, Kosova’da kazanılan deneyim ve özgüven NATO’nun daha sonra hem Avrupa hem de Avrupa dışındaki coğrafyalarda gerçekleştireceği operasyonlar için örnek oluşturmuştur.

Diğer taraftan Soğuk Savaş’ın bitimi, Türkiye’nin güvenliği ve savunması açısından tam bir rahatlama sağlayamamış, üzerindeki Sovyet askeri tehdidinin kalkması, Avrupa’nın aksine, Türkiye için fazla bir anlam ifade etmemiştir. Türkiye’nin içinde yer aldığı coğrafyada Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan krizler, Türkiye’yi doğrudan ya da dolaylı biçimlerde etkilenmiştir. Bu kriz bölgelerinden Balkanlarda ortaya çıkan istikrarsızlıklar, bölge ile tarihsel ve kültürel açıdan bağları bulunan Türkiye için endişe kaynağı olmuştur. Türkiye, daha önce Körfez krizi sırasında karşılaştığı sorunlarla mücadele ederken başvurduğu NATO’nun askeri ve siyasi desteğine Balkanlarda yaşanan krizlerde de ihtiyaç duymuş, aynı şekilde NATO da, Balkanlarda istikrarın yeniden sağlanması konusunda bölge ile yakın bağlantısı bulunan Türkiye’nin yardımını istemiştir.

 

 

1. SOĞUK SAVAŞ SONRASI NATO VE DÖNÜŞÜM SÜRECİ

 

1980’lerin ortalarına doğru Sovyetler Birliği’ndeki iktidar değişiklikleri ve Gorbaçov liderliğinde girişilen reform hareketleri, bu ülkenin hem iç hem de dış politikasında önemli değişimlere neden olmuştur. Afganistan’ın işgalinin ardından ekonomik açıdan zor bir dönem geçiren Sovyetler Birliği, silahlanma yarışında ABD’nin başlatmış olduğu projelerle rekabet etmekte zorlanmış, teknolojik açıdan bu ülkenin oldukça gerisinde kalmıştır. Sovyetler Birliği karşılıklı silah indirimi müzakerelerini katılarak bu açığını kapatmaya çalışmışsa da ekonomik sorunlarla beraber iç politik gelişmeler önce bu ülkenin Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki etkisini azaltarak ortadan kaldırmış ardından da kendi iç dağılma sürecini başlatmıştır.

1989 yılına gelindiğinde Doğu Avrupa ülkelerinde başlayan iktidar değişimi süreci kısa sürede tamamlanmış ve II. Dünya Savaşının sonundan itibaren Doğu Bloku’nun temel dayanağı olan komünist ideoloji terk edilmiştir. Soğuk Savaşın en önemli sembollerinden biri olan Berlin duvarının yıkılması aynı zamanda bu savaşın bittiğinin de sembolü olmuştur.

Doğu Bloku’nda beklenmeyen hızlı değişim sonucunda sona eren Soğuk Savaş NATO örgütünü önemli bir sorunla karşı karşıya bırakmıştır. 1949 yılından beri NATO’nun varlık nedenini oluşturan Doğu Blok’u ortadan kalkmış, komünist rejimlerle yönetilen Doğu Avrupa ülkeleri Batı tarzı demokratik rejimlere doğru harekete geçmiş ve sonunda da Doğu Bloku’ndaki karşıtı Varşova Paktı dağılmıştı. Bütün bu gelişmeler NATO ittifakına doğudan gelmesi beklenen bir saldırı ihtimalini oldukça zayıflatmıştır.

NATO’nun 5–6 Temmuz 1990 tarihinde Londra’da yaptığı devlet ve hükümet başkanları zirvesi Avrupa’da yaşanan gelişmelere paralel olarak örgütün geleceğine yönelik önemli kararların alındığı bir toplantı olmuştur. Londra zirvesinin en önemli sonucu ise Avrupa’da değişen siyasi ve askeri durum karşısında NATO’nun gerek kuvvet yapılanmasında gerekse strateji kavramlarında değişmeye gidilecek olmasıydı. Özellikle Sovyet askeri birliklerinin Doğu Avrupa’dan çekilmesi ve silahsızlanma ve silahların kontrolü görüşmelerinin yakında bitecek olması oluşacak yeni ortama NATO’nun uyum göstermesini kaçınılmaz kılmıştır. Bu çerçevede NATO stratejilerinde yapılması düşünülen değişiklikler NATO’nun içine girmeye başladığı değişim sürecinin de başlangıcını oluşturmuştur. Bu zirve sırasında NATO’nun ileri savunma “forward defense” askeri stratejisinden uzaklaşarak azaltılmış ileri güçlerle ile yeniden yapılandırılmış daha az nükleer güce dayalı esnek mukabele “flexible response” stratejisine yöneleceğinin işareti verilmiştir[i].

Soğuk Savaşın sonuna kadar NATO ittifakının temel stratejisi caydırılıcılık prensibine dayandırılmıştı. 1949 ile 1950 yılları arasında Kuzey Atlantik Bölgesinin Savunması İçin Stratejik Kavram olarak ortaya konulan uygulama toprak savunmasına yönelik geniş çaplı operasyonları öngörmüştür. Daha sonra 1950’li yılların ortalarına doğru Kitlesel Karşılık Verme stratejisi geliştirilmiş, bu yıllarda Avrupa’daki kuvvet dengesinde konvansiyonel silahlar açısından Varşova Paktı’nın oldukça gerisinde kalan NATO kuvvetleri, caydırma stratejisini nükleer silahlara dayandırmıştır. Söz konusu dönemde Varşova Paktı’ndan gelebilecek saldırı ne şeklinde olursa olsun buna nükleer silahlarla karşılık verilmesi öngörülürken bu strateji 1960’larda Esnek Karşılık Verme şeklinde yeniden düzenlenmiştir. Bundan böyle Doğu Bloku’ndan gelebilecek saldırılara karşı saldırının niteliğine göre yanıt verilecekti[ii]. Bir anlamda kontrollü tırmanma stratejisi olarak adlandırılabilecek bu strateji ile birlikte kabul edilen Hermel Raporu sonucunda NATO’nun stratejisi üç unsuru içermiştir, yumuşama “detant”, savunma “defense” ve caydırma “deterrence[iii].

Soğuk Savaş sonrası NATO’nun yeni strateji kavramı Avrupa’da meydana gelen önemli değişimler göz önünde bulundurularak oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu yeni ortamda Sovyet egemenliği altında bulunan eski Doğu Bloku ülkelerinin hepsi tam özgürlüklerine kavuşurken, Sovyetler Birliği’ni oluşturan üç Baltık Cumhuriyeti kendi bağımsızlıklarını ilan etmişti. Sovyet askeri birlikleri Macaristan ve Çekoslovakya’dan çekilmiş, Polonya ve Doğu Almanya’dan da 1994 kadar çekilmeleri planlanmıştı. NATO’nun rakibi konumundaki Varşova Paktı da kendisini feshederek Batı ile yaşanan ideolojik düşmanlığı sona erdirmiştir.

Söz konusu dönemde Doğu Avrupa’da olduğu gibi Batı’da da önemli gelişmeler yaşanmış, Batı Almanya Doğu Almanya ile birleşerek hem NATO’nun hem de Avrupa kurumlarının tam üyesi olmuştur.  Avrupa Birliği de kurumsal yapılanmasını yeniden şekillendirerek Avrupa güveliğinde artan rolü ile birlikte siyasi bir birliğe doğru ilerlemeye başlamıştır. Avrupa’da silahsızlanma konusunda 1980’lerin ortasından itibaren önemli adımlar atılmış, bunların sonuncunda da 1990 yılında Paris’te Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması imzalanmıştır. Bütün bu gelişmeler Avrupa’daki askeri şeffaflığı ortaya çıkarırken karşılıklı güvenin kurulmasında önemli rol oynamıştır.

Avrupa’da ortaya çıkan bu gelişmeleri dikkate alan NATO devlet ve hükümet başkanları, örgütün 8 Kasım 1991 Roma zirvesinde NATO’nun karşı karşıya bulunduğu güvenlik tehditleri ve riskleri yeniden tanımlayarak NATO dönüşüm sürecini başlatmış ve örgütün Soğuk Savaş sonrası yeni stratejik kavramını açıklamışlardır. 1991 Roma Zirvesi’nde kabul edilen NATO’nun yeni stratejik kavramı Avrupa’nın karşı karşıya bulunduğu yeni tehditleri ortaya koyarken Orta ve Doğu Avrupa’daki gelişmeleri NATO çıkarlarını doğrudan tehdit eden unsurlar olarak belirlemiştir. Avrupa’da ortaya çıkan yeni duruma göre uyarlandırılan NATO’nun yeni stratejik kavramı, ittifakın yeni dönemde de Avrupa’da sorumluluk alma isteğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Zirve sonuç bildirisine göre yeni dönemde örgütün güvenliğine yönelik tehlike önceden hesaplanmış ve örgütün toprak bütünlüğüne doğrudan bir saldırı olmaktan çıkmış, bunun yerine Orta ve Doğu Avrupa’da bir çok ülkenin yüz yüze bulunduğu etnik çatışma ve toprak anlaşmazlıklarının da içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasi zorlukların sebep olduğu istikrarsızlıklar NATO üyesi ülkelerce Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden unsurlar olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Avrupa’nın güneyinde ve Akdeniz kuşağı içerisinde bulunan ülkelerdeki barış ve istikrarın Avrupa güvenliği için önemli olduğu vurgulanmış, 1991 yılındaki körfez savaşının bunu kanıtladığı belirtilmiştir. Bütün bunlara ek olarak ittifakın güvenliğinin küresel düzeyde değerlendirildiği belirtilerek kitle imha silahlarının yaygınlaşması, hayati doğal kaynaklarının dünya üzerinde akışında meydana gelebilecek aksaklıklar ve terörist faaliyetler NATO’nun yeni güvenlik çıkarları arasında sayılmıştır. Güvenlik algılamasını daha geniş bir çerçevede yorumlayan NATO üyeleri Avrupa’da barışı koruma ve savaşları önleme konusunda ittifak politikalarının başarısında yeni dönemde önleyici diplomasinin etkin uygulanması ve krizlerin başarılı yönetimlerinin büyük katkısının olacağı yönünde görüş birliğine varmışlardır[iv].

Soğuk Savaş sonrası NATO içinde sorulan soru Soğuk Savaş sonrası nasıl bir askeri doktrin ya da kuvvet yapılanması değil Doğu Avrupa ülkeleri ile ne tür bir ilişkinin geliştirilebilirliği olmuştur[v]. Bu görüş doğrultusunda Doğu Avrupa ülkelerinin örgüte katılımı NATO’nun üzerinde durduğu en önemli konuların başında gelmiştir. Nitekim Ocak 1994 Brüksel zirvesinden sonra, NATO gelecekte ittifaka yapılacak katılma başvurularının neden ve nasıl değerlendirilmesi konusunda çalışma yapılmasına karar vermiş ve NATO Genişlemesi Üzerine Çalışma başlığındaki rapor Eylül 1995 yılında açıklanmıştır. Raporda, NATO genişlemesinin Avrupa’da istikrar ve güvenliğin artmasına pek çok yönden katkıda bulunacağı görüşüne yer verilirken, genişlemenin, katılacak ülkelerdeki demokratik reformları cesaretlendirip destekleyeceği, ayrıca askeri güçlerin demokratik ve sivil kontrolünün sağlanmasına da yardımcı olacağı belirtilmiştir[vi].

NATO’nun 50. Kuruluş yıldönümünün kutlandığı 1999 Washington Zirvesi ittifakı yeni yüzyıla hazırlayan önemli kararların alındığı bir toplantı olmuştur. Washington Zirvesi’nin en dikkat çekici yönü ise daha önce bahsedilen NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesinin ilk adımının atılmış olmasıydı. On yıl öncesine kadar Varşova Paktı’nın üyeleri konumunda olan Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya bu zirveyle birlikte NATO üyesi olmuşlardır. Bu katılım NATO için büyük bir anlam taşımış, NATO’nun kuruluşunun temelinde yer alan Avrupa’daki bölünmüşlüğe son verme görevini başarıyla yerine getirdiği şeklinde değerlendirilmiştir. 

Soğuk Savaşın ardından geçen süre içerisinde meydana gelen gelişmeler NATO’nun stratejik kavramını yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmış, 1997 Madrid zirvesi sonrası başlatılan çalışmalar iki yıl içinde tamamlanmış ve Washington zirvesinde de onaylanmıştır. NATO’nun yeni stratejik kavramında Avrupa – Atlantik bölgesi daha geniş istikrar ve çıkar alanı olarak tanımlanmış, son on yılda bölgede ortaya çıkaran yeni riskler NATO’nun ilgi alanı içinde değerlendirilmiştir. Yeni stratejik kavramda baskıcı yönetimler, etnik çatışmalar, ekonomik zorluklar, siyasi düzenlerin bozulması ve kitle imha silahlarındaki yaygınlaşma bölgede güvenliği tehdit eden unsurlar olarak değerlendirilmiştir. Böyle riskli bir ortamda NATO’nun amacının Avrupa – Atlantik bölgesinin güvenliğini sağlamak olduğu belirtilerek, NATO’nun aynı zamanda üyeleri arasında önemli bir danışma forumu olduğu yeni stratejik kavramda vurgulanmıştır. Ayrıca güvenliğin çok geniş bir çerçevede yorumlandığı yeni dönemde diğer ülkelerle ve kuruluşlarla ortaklık, işbirliği ve diyalogun daha da arttırılması öngörülmüştür.

NATO’nun yeni stratejik kavramında Avrupa - Atlantik bölgesinin içerisinde ve çevresindeki belirsiz ve istikrarsız ortamın bölgesel krizlerin çok çabuk büyüyerek daha geniş ölçekli olarak tüm bölgeyi etkileyebileceği bir zemin oluşturduğuna dikkat çekilmiş, etnik ve dinsel çatışmalar, sınır anlaşmazlıkları, uygulanan reformların başarısızlığı ya da uygunsuzluğu, insan hakları ihlalleri, devlet otoritesinin ortadan kalması ve devletlerin çöküşlerinin yerel ve bölgesel düzeyde istikrarsızlığa neden olduğu vurgulanmıştır. Bütün bu belirtilenlerin yanında kimyasal nitelikli silahların yayılması ve bunları taşıyan araçların geliştirilmesi uluslararası terörizm, sabotaj, örgütlü suçlar ve hayati değeri olan doğal kaynakların dağıtımı NATO’nun güvenlik çıkarları arasında sayılmıştır.

NATO yeni stratejik kavramında, Avrupa – Atlantik bölgesinde barışı korumak, istikrar ve güvenliği sağlamak için uygulanacak politikaların başında Atlantik ötesi ilişkilerin daha da ilerletilmesi yer almıştır. Bunun yanı sıra Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nin (AGSK) NATO içerisinde geliştirilmesi ve bu çerçevede Batı Avrupa Birliği ile yakın işbirliğinin yapılması öngörülmüştür. Ayrıca BM ya da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nce yürütülecek barışı koruma ve diğer operasyonlara destek verilmesi NATO’nun yeni stratejik kavramı içerisinde yer alan unsurlar olmuştur. Washington zirvesinde açıklanan NATO’nun yeni stratejik kavramında askeri alanda ittifaka yönelik her türlü tehdit ve saldırıya karşı konvansiyonel ve nükleer güçlerle karşılık verileceği belirtilmiştir. Ayrıca ABD’nin sağladığı nükleer gücün Avrupa’nın güvenliği için hayati önem taşımaya devam ettiği belirtilerek, AGSK’nın geliştirilmesiyle Avrupalı müttefiklerin örgütün savunma çabalarına daha büyük katkı yapmasının beklendiği ifade edilmiştir[vii].

NATO’nun Washington zirvesinde alınan kararlar çerçevesinde, 2002 yılında Prag’da toplanan NATO devlet ve hükümet başkanları Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’yı üyelik müzakerelerine başlamaya davet etmişlerdir. NATO tarihindeki bu en büyük genişleme davetinin ardından yapılan açıklamada NATO’nun kapılarının Avrupa’nın diğer demokratik ülkelerine de açık olduğu belirtilmiştir.

NATO’nun Soğuk Savaş sonrasında aldığı bu ikinci genişleme kararının ardından Prag Zirvesi’nde görüşülen diğer önemli bir konu da terörizm olmuştur. 11 Eylül saldırılarının ardından gerçekleşen bu zirve toplantısında NATO’nun stratejik kavramı temel alınarak terörizm ve kitle imha silahlarının yayılmasıyla mücadele için hazırlanan bir önlemler paketi kabul edilmiştir. Bu paket özellikle üyeler arasında bilgi paylaşımı güçlendirirken krizlere anında yanıt verme konularında düzenlemeler içermiştir. Prag zirvesi’nde ayrıca NATO’nun uluslararası örgütlerle işbirliği içerisinde üstleneceği misyonları daha verimli bir şekilde yerine getirmesi için askeri alanda NATO Müdahale Gücü oluşturulmasına karar verilmiştir. İleri teknoloji ile donatılmış esnek, genişletilebilir ve çok taraflı operasyonlara uygun olan bu gücün kara, deniz ve hava unsurlarından oluşturulması planlanmıştır[viii].

Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun Avrupa güvenliğinde ortaya koymak istediği sorumluluk hem siyasi hem de askeri alanda olmuştur. Örgüt siyasi alanda Doğu Avrupa ülkeleriyle daha yakın bir işbirliği içerisine girmiş, bu çerçevede Aralık 1991’de oluşturulan Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi (KAİK) 16 NATO üyesi ülke ile Doğu Avrupa’da oluşan yeni hükümetler arasında bir diyalog ve tartışma forumu olarak oluşturulmuştur. 1994 yılında başlatılan Barış İçin Ortaklık (BİO) girişimi bu işbirliğini bir adım daha öteye götürerek NATO ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki siyasi ilişkiyi daha da derinleştirmiştir. 1997 yılında oluşturulan Avrupa – Atlantik İşbirliği Konseyi (AAİK), BİO girişiminin yerini alırken daha önce gündeme alınan NATO’nun doğuya genişlemesinde hazırlayıcı bir forum oluşturmuştur. NATO’nun genişlemesinin Rusya üzerinde yarattığı tedirginlik yine aynı yıl NATO ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan NATO – Rusya Kurucu Anlaşması ile giderilmeye çalışılmıştır.

Yeni dönemde NATO Avrupa güvenliği için ilk askeri sorumluluğunu Balkanlarda ortaya çıkan istikrarsızlıkta almıştır. 1991 yılında Yugoslavya’nın dağılmasıyla başlayan Balkanlardaki etnik çatışma sürecinde NATO istikrarı ve güvenliği sağlama konusunda daha etkin olabilmek için bir takım eylemlerde bulunmuştur. 1992 Oslo zirvesinde barışı koruma ve kriz yönetiminin NATO’nun yeni stratejisinin bir parçası olması konusunda düşünce birliğine varılmış, 1994 yılındaki Brüksel zirvesinde Doğu Avrupa’da görülecek bu tür çatışmalara müdahale edebilecek bir askeri güç oluşturulmuştur. Birleştirilmiş Müşterek Görev Gücü olarak adlandırılan kara, hava ve deniz kuvvetlerinden oluşan bu askeri birlik NATO’nun üstlenmiş olduğu yeni görevlerde kullanılması planlanmıştır. Bir yıl sonra Dayton Barış Anlaşması hükümlerine göre NATO’nun barışı koruma birlikleri Uygulama Gücü olarak (Implementation Force / IFOR) Bosna-Hersek’e gönderilirken bundan dört yıl sonrada Kosova’da Kosova Barışı Koruma Gücü (Kosovo Force / KFOR) adı altında görev yapmıştır.

NATO’nun 1990’ların ortalarına kadar Avrupa güvenliği konusunda başlatmış olduğu siyasi ve askeri girişimler Soğuk Savaş sonrasında kendisine artık ihtiyaç duyulmayacağı yönündeki görüşlerin aksini kanıtlamıştır. Bunun nedenleri konusunda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bazıları Soğuk Savaş sonrasında yapılan ilk analizlerde NATO ittifakının çok önemli özelliklerinin ihmal edilmesinin böyle bir kanıya varılmasına neden olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre yeni dönemde NATO’nun işlevinin sürdürmesinin başlıca üç nedeni vardı. Birincisi NATO üyelerine yönelik dış tehdidin hala devam etmesiydi. Bu tehdit yeni dönemde Sovyet askeri gücü değil fakat komşu bölgelerdeki karışıklıklardı. İkinci olarak NATO’nun sahip olduğu uyum yeteneğiydi. Bu dönemde NATO iki yeni görev üstlenmiştir; Orta ve Doğu Avrupa’da ki silahlı askeri çatışmaların kontrol edilmesi ve bu kontrolle birlikte bölgede istikrarı teşvik edici eylemlerde bulunması. Üçüncü olarak NATO’nun kendi üyeleri arasındaki ilişkileri yumuşatan özelliği ile Batı Avrupa’da istikrar unsuru olmasıydı[ix].

Bu sırada gündemde olup tartışılan bir diğer konu da Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun kabul etmiş olduğu yeni strateji ve üstlendiği görevlerin, kendisini askeri örgüt kimliğinden uzaklaştırıp siyasi örgüt kimliğine doğru yakınlaştırmış olmasıydı. Bu görüşte olanlar bu dönüşümü NATO’nun bir savunma örgütünden güvenlik örgütüne doğru bir değişimi olarak tanımlamışlardır. Buna göre NATO kurucuları I. ve II. Dünya Savaşlarını yaşamış ve ortak güvenlik düşüncesine karşı kimseler olmalarına rağmen Soğuk Savaş sonrası gelişmeler NATO’yu ortak güvenlik örgütü haline dönüştürmeye başlamıştır[x]. NATO’nun asıl görevinin ortak savunma olduğunu söyleyen bu yöndeki görüşler NATO’nun bunun yanında ortak güvenlik gibi yeni görevler geliştirdiğini ileri sürmüşlerdir. NATO’nun BİO projesi, Doğuya doğru genişlemesi, NATO – Rusya Kurucu Anlaşmasının imzalanması, savaş sonrası Bosna’da oluşturulan istikrar ve diğer gelişmeler, NATO’nun bir ortak savunma aracı olarak kalmasının yanında giderek Avrupa – Atlantik sahasında ortak güvenlik faaliyetleri içerisine girdiğini göstermekteydi. Bu görüşte olanlar NATO’nun hiç bir zaman Kantçı ya da Wilsoncu bir ortak güvenlik sistemi kurmaya kalkmadığını fakat bu gelenekten gelen düşünceler olarak tanımlanan askeri yetenek ve planlarda açıklık, demokratikleşme ve güvenliğin bölünemezliği gibi kavramları savunan bir tutum sergilediğine işaret etmişlerdir[xi].

Aynı yöndeki görüşlere göre ittifakın 1999 yılında kabul ettiği yeni stratejik kavram, NATO’nun toprak savunmasından Avrupa güvenliğinin tümüyle sağlanmasına doğru olan görev değişiminin bir sonucuydu. Buna göre Soğuk Savaş sonrası NATO bir sona gelmemiş, fakat Soğuk Savaş dönemi görevlerinin sonuna gelmiştir. Bazı üyelerce ortak savunma NATO’nun amacı olmaya devam etse de, yeni dönemde Avrupa güvenliği NATO’nun yeni amacı olarak değerlendirilmiştir. Bu görüşte olanlar NATO genişlemesinin Avrupa’daki istikrar ve güvenliği daha da Doğuya götüreceğini ve buradaki ülkeleri serbest pazar demokrasilerine hazırlamak için gerekli ekonomik, siyasi ve askeri dönüşümü sağlayacağını belirtmişlerdir[xii].

Yeni dönemde NATO’nun üstlendiği yeni görevler ve eylem alanları beraberinde NATO’nun bu yeni sorumlulukları taşıyıp taşıyamayacağını gündeme getirmiştir. Burada da NATO’nun Avrupa güvenliğinde daha etkin ve verimli olabilmesi için sınırlı görevler ve eylemde bulunulacak coğrafyalar düşüncesini savunan minimalist görüşler ile bunların tam aksini savunan maksimalist görüşler ortaya atılmıştır.

Minimalist görüşü savunanlar NATO’nun üstlenmiş olduğu yeni görevleri yerine getirirken oldukça zorlandığını belirterek, karşılaşılan sorunlar için örgüt içerisinde oluşturulacak  ‘gönüllü koalisyonların’ rahatlıkla kurulamadığını, kurulsa bile görüş farklılıkları yüzünden tam bir uyum içerisinde çalışamadığını belirtmişlerdir. Bunun nedeni olarak da her ülkenin kendi iç politikasının ve çıkarının farklı olması gösterilirken, bu tür davranışa örnek olarak da Bosna ve Kosova müdahaleleri örnek verilmiştir.

Minimalist görüş NATO’nun bu tür bir değişim içinde olmasının ittifak için gerçek hayati çıkarların belirlenmesinde güçlük yaşamasına neden olduğunu belirtirken, gerçekleştirilen operasyonların ekonomik ve siyasi maliyetinin oldukça yüksek olduğuna, operasyonların başarısızlığının da örgütün güvenirliğini sarstığına dikkat çekmiştir. Ayrıca NATO genişlemesinin gerçekçi bir düşünce olmadığı savunularak üyelikleri düşünülen Doğu Avrupa ülkelerinin zaten oldukça istikrarlı oldukları belirtilmiştir. Ayrıca bu genişlemenin Rusya’yı NATO’ya karşı kışkırtabileceği ifade edilmiştir.

Minimalist görüş beş önemli öneride bulunuyordu. Birinci olarak NATO’nun hayati çıkarları, Rusya’yı kontrol altında tutabilecek şekilde aynı zamanda Almanya’nın güvenliğini teminat altına alacak ve Batı Avrupa savunma politikalarını destekler nitelikte sınırlı olarak belirlenmeliydi. İkinci olarak NATO’nun görev tanımlamasının 'ortak güvenlikten' ten 'stratejik güvence' ye dönüştürülmesi önerilmekteydi. Üçüncü olarak NATO genişlemesinin stratejik anlamda ele alınmasını isteyerek eğer Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri Rusya tarafından tehdit edilirse bu yönde karar almanın doğru olacağı belirtiliyordu. Dördüncü olarak NATO’nun birincil amacının tüm Avrupa’da istikrarı yayma fikrinden vazgeçilmeliydi. Çünkü bu yönde alınması düşünülen kararlar aslında gerçeği yansıtmamaktaydı. Son olarak NATO’nun örgütsel olarak yeniden yapılanarak küçülmeye gitmesi istenmekteydi. Böylelikle minimum maliyetle ittifakın devamlılığı sağlanmış olacaktı[xiii]

Minimalist görüşün aksine Maksimalist görüş Soğuk Savaşın ardından NATO’nun Avrupa’da bölünmüşlüğü ortadan kaldırma ve özgürlüğü sağlama yönünde yeni görev ve sorumluluklar yüklenerek kendisini yeniden yarattığını ifade etmiştir[xiv]. Maksimalist görüş NATO’nun Avrupa’da istikrarı ve güvenliği sağlamada üstlendiği görevlerin daha da geliştirilmesini savunarak Bosna ve Kosova operasyonlarından edinilen deneyimlerle yeni görevlerin neler olacağının, nasıl yürütüleceğinin, nasıl bir komutayla Avrupa coğrafyasından ne kadar uzakta gerçekleştirileceğinin belirlenmesini istemiştir.

Maksimalist görüşü savunanlar ortak güvenlik müdahaleleri ya da kriz yönetimi ve barış operasyonlarının ittifakın ortak savunma yapısını etkilediğini belirterek operasyonlarda ortaya çıkan sorunların daha çok siyasi nitelikte olduğunu ve gönüllü koalisyon içerisinde uyumun zorlaştığını kabul etmektedirler. Bununla birlikte kriz yönetimleri ve barış operasyonlarının ortak savunmanın tamamlayıcı unsurları oldukları vurgulanarak, Sovyet tehdidinin olmadığı bir ortamda, ortak güvenlik eylemlerinin ittifakın ortak savunma potansiyelini ortaya çıkardığını ileri sürmüşlerdir. Maksimalist çizgi NATO’nun Avrupa güvenliğini sağlamaya yönelik girişimlerde bulunurken sadece büyük güçlerin uzlaşısı ile değil tüm üyelerin varacakları ortak bir görüşe göre eylemde bulunmanın önemine işaret etmektedir. Ancak böyle bir tavrın benimsenmesinin NATO’nun temel savunma yeteneklerini ortadan kaldırmayacak şekilde uygulanması gereğinin altı da önemle çizilmektedir[xv]. Maksimalist görüş ayrıca, NATO genişleme planı uygulanırken bunun ittifakın savunma yeteneklerini azaltmadan, üye olamayan devletleri gücendirmeden ve Rusya’yı ürkütmeden yapılması gereğini vurgulamıştır[xvi].

21. Yüzyıla girerken Soğuk Savaş sonrası NATO’nun geçirdiği değişim sürecine ilişkin ortaya konulan tartışmalardan Maksimalist görüşün baskın geldiği söylenebilir. 1999 yılında Soğuk Savaş sonrası Doğuya doğru ilk genişlemesini gerçekleştiren NATO, 2004 yılında rekor katılımla en büyük genişlemesini yaparak üye sayısını 26’ya çıkarmıştır. NATO büyüyen üye sayısı ile işlerliğini yitirmemiş daha çok görüşün daha çok görüş ayrılığı anlamına gelmediğini ispatlamıştır[xvii].

NATO’nun Bosna ve Kosova’da gerçekleştirdiği operasyonlar örgütün kendisi için tanımladığı yeni görevlerin uygulamasını oluşturmuştur. Kosova operasyonu ayrıca NATO tarihinde bir ilke de konu olmuştur. NATO ilk defa kendi topraklarının dışında askeri bir operasyona girişmiş, bu operasyon ilk defa toprak koruma ya da kazanma değil fakat ittifakın üzerine kurulduğu değerleri savunmak için yapmış olduğu savaş olarak değerlendirilmiştir[xviii].

1999 Washington zirvesinde yeni NATO stratejisi ile açıklanan “Avrupa Atlantik” sahası kavramı Baltıkları, Balkanları, Karadeniz’i, Ukrayna’yı ve hatta Rusya’yı içine alan bir tanım getirmiştir. Böylelikle Avrupa kıtasının bölünmüşlüğü ortadan kaldırılırken, Doğu Avrupa’ya özgürlük ve demokrasinin yerleştirilmesi hedeflenmiştir. NATO 1949 yılında kurulduğunda ilk genel sekreteri Lord Ismay NATO’nun görevinin Sovyetleri Avrupa dışında, Amerika’yı Avrupa içinde ve Almanları da kontrol altında tutmak olarak tanımlarken, 21. Yüzyıla girerken NATO’nun yeni görevi Rusları kontrol altında, Doğu Avrupa’yı istikrarlı ve NATO üyelerini aynı düşüncede tutmak olarak tanımlanmıştır[xix].

 

 

3. KOSOVA KRİZİ VE NATO MÜDAHALESİ

 

Tito yönetimi altındaki Yugoslavya’da 1974 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Kosovalı Arnavutlara verilen özerklik, 1989 yılında Miloseviç yönetimi tarafından kaldırılmıştır. Bu tarihten itibaren Kosova bölgesinde çoğunluk Kosovalı Arnavutlarla, azınlık Sırplar arasında baş gösteren gerginlik, 1998 yılında Kosova’nın güneyinde Kosovalı Arnavut göstericiler ile Sırp polisi arasında çatışmaya dönüşmüş, hem Kosovalı Arnavut hem de Sırp güvenlik kuvvetleri tarafında can kayıpları meydana gelmiştir. 1998 yılı Eylül ayında BM Güvenlik Konseyi kabul ettiği bir kararla Yugoslav devlet başkanından bölgedeki Sırp askeri ve polis gücünün geri çekilmesini, mülteci konumuna düşmüş Kosovalı Arnavutların kendi topraklarına güvenli bir şekilde geri dönmelerinin sağlanmasını ve uluslararası yardım örgütlerinin bölgedeki faaliyetlerinin engellenmemesini istemiştir[xx]. Ekim ayı içerisinde çatışmaların artması üzerine NATO, Yugoslavya devlet başkanı Slobodan Miloseviç’e çatışmaların durdurulması ve BM Güvenlik Konseyi’nin bir önceki ay aldığı kararları yerine getirmesi için 96 saatlik süre tanımış, istenen şartların yerine getirilmemesi halinde hava harekatında bulunacağını açıklamıştır. Olası bir NATO hava harekatından kaçınan Yugoslav devlet başkanı Miloseviç BM Güvenlik Konseyi kararlarına uyacaklarını açıklamıştır[xxi]. Fakat yaşanan bu gelişmelere rağmen bağımsızlık isteyen Arnavut asıllı Kosovalılar ile Sırp güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar yılsonuna kadar devam etmiştir. 1999 yılı Ocak ayından itibaren taraflar arasında yaşanan çatışmalarda önemli insan kayıplarının olması, uluslararası kamuoyunun ilgisini yeniden bölgeye çevirmiştir[xxii]. Bölgede çatışan taraflar arasında arabuluculuk yapmak ve barışı yeniden sağlamak üzere 6 ülkeden – ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Rusya- oluşan Temas Grubu’nun girişimleri neticesinde taraflar Şubat ayında görüşmelere başlamışlardır. 

Taraflar arası görüşmelerin başlamasının hemen öncesinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batılı ülkeler sorunun siyasi çözümüne yönelik olarak Sırp yönetimi üzerinde baskı kurmaya çalışmışlardır. Ayrıca NATO, bölgedeki gelişmelerle ilgili olarak müdahale hazır olduğu yönünde açıklamada bulunmuş, tarafların anlaşması durumunda 35 bin askerden oluşan bir gücü Kosova’ya gönderebileceğini belirtmiştir[xxiii]. Taraflar arasında Şubat ayı içerisinde yapılan görüşmelerde bir çözüme ulaşılamamış ve tarafların Mart ortasında yeniden bir araya gelmesi kararlaştırılmıştır. Mart ayında yapılan görüşmelerde de taraflar arasında bir sonuca ulaşılamamış buna rağmen Kosovalı Arnavut temsilciler Temas Grubu’nca ortaya konulan barış planını imzalamışlardır. Sırpların barış planını imzalamaya yanaşmamaları üzerine taraflar arasındaki görüşmeler kesilmiştir. Görüşmelerin kesilmesinin ardından Sırp güçleri tarafından geçekleşebilecek saldırılara karşı binlerce Kosovalı Arnavut evlerini terk ederek komşu Arnavutluk’a ve Makedonya’ya göç etmeye başlamıştır. Sırplarla yapılan son dakika görüşmelerinden de bir sonuç elde edilememesi üzerine NATO Kuvvetleri 24 Mart 1999’da Sırbistan’a karşı hava operasyonlarına başlamıştır.

NATO tarafından Yugoslav Federal Cumhuriyeti’ne karşı başlatılan ve Müttefik Güç Operasyonu ( Operation Allied Force) adı verilen hava harekatı Sırp hava savunmasını ve askeri yapılarını hedef almış Kosovalı Arnavutların güvenliğinin sağlanmasını ön planda tutmuştur. Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, İspanya, İngiltere ve ABD’nin aktif olarak katıldığı hava operasyonlarında Belçika, Danimarka, Norveç, Portekiz ve Türkiye savaş uçaklarını hazır bulundurmuştur. NATO hava operasyonunun başlamasının hemen ardından NATO Genel Sekreteri Havier Solana Arnavutluk, Bulgaristan, Makedonya, Romanya ve Slovenya başbakanlarına mektup göndererek Balkanlarda ortaya çıkan kriz karşısında güvenliklerinin NATO tarafından sağlanacağı güvencesi vermiştir[xxiv].

NATO hava operasyonları Nisan ve Mayıs aylarında da  devam ederken sorunun çözümüne yönelik diplomatik çabaların da arttığı gözlenmiştir. Kosova sorununu tartışmak üzere Almanya’nın Bonn kentinde bir araya gelen G–8 ülkeleri dışişleri bakanları savaşı sona erdirecek bir takım öneriler üzerinde görüş birliğine varmışlardır[xxv].

Haziran ayı başında ise Avrupa Birliği özel temsilcisi Finlandiya Devlet Başkanı Martti Ahtisaari ve Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in özel temsilcisi Viktor Chernomyrdin’in, Yugoslav Devlet Başkanı Miloseviç ile yaptıkları görüşmelerin ardından, Yugoslav Parlamentosu’nun 3 Haziran’da ana hatları G–8 Dışişleri Bakanlarınca belirlenen planı kabul etmiş ve böylelikle bölgede çatışmalar sona ermiştir[xxvi]. BM Güvenlik Konseyi 10 Haziran 1999 tarihinde aldığı 1244 sayılı kararla Kosova’da çatışmaların sona erdiğini açıklamış ve istikrar ve güveni yeniden sağlanması için bölgeye çok uluslu bir askeri güç gönderilmesi kararını almıştır[xxvii].

Yugoslavya’ya karşı hava harekatının gündeme geldiği andan itibaren NATO üyeleri arasında tam bir görüş birliğinin sağlandığından bahsetmek oldukça güç görünmüştür. Hava harekatı başlamadan önce bazı üyeler bunun Sırpları görüşme masasından sürekli olarak uzaklaştıracağı görüşünü dile getirirken, yaşanacak sivil kayıplar konusunda gelecek tepkilerden çekinmişlerdir.

1999 yılı Ocak ayı ortalarında Kosovalı Arnavutlara yönelik saldırıların ardından ABD’nin çağrısı üzerine NATO üyesi 16 ülkenin daimi temsilcileri, Yugoslavya’ya yönelik askeri operasyon olasılığını görüşmek üzere toplanmıştır. Yapılan toplantıların bir sonuç alınamadan dağılması NATO üyeleri arasında Kosova sorunu ile ilgili ciddi görüş ayrılıklarının olduğunu göstermiştir. Amerika Birleşik Devletleri, Temas Grubu tarafından oluşturulan barış önerilerinin taraflar ve özellikle Yugoslavya tarafından kabul edilmemesi durumunda NATO’nun soruna müdahale edeceğinin kararlılığını göstermek için Belgrat yönetimine ültimatom verilmesinde ısrar ederken, Avrupalı müttefikler barış görüşmelerini keseceği endişesiyle bu görüşe karşı çıkmışlardır. Avrupalı müttefiklerin NATO operasyonları konusundaki isteksizlikleri Amerika Birleşik Devletleri’nde tepki yaratmış, bir grup Amerikan Senatosu Dışişleri Komitesi üyesi Başkan Clinton’a bir mektup yazarak, Nisan ayında yapılacak NATO zirvesinde Avrupalı müttefiklerden NATO operasyonlarına daha fazla katılımda bulunmaları konusunda çağrı yapmasını istemiştir. Senatörler mektupta ayrıca Avrupa güvenliğini ilgilendiren konularda Avrupalı müttefiklerin birliklerini konuşlandırmadaki isteksizliklerinden ve yetersizliklerinden de bahsederek, Amerikalı ve Avrupalı askerler arasında nitelikleri açısından da bir karşılaştırma yapmışlardır[xxviii].

NATO Genel Sekreteri Javier Solona’ya gerekli olması halinde Yugoslavya’ya hava saldırısı başlatma yetkisinin verilmesinin ardından bu sefer gündeme üye ülkelerin bölgeye kara kuvvetleri gönderip göndermeme kararı gelmiştir. İngiltere ve Fransa’nın Kosova’ya asker gönderme kararını almalarının ardından Almanya da asker gönderme taraftarı olan ülkeler grubuna katılmıştır[xxix].

Mart ayında başlayan NATO’nun hava operasyonu, NATO’nun 50’nci kuruluş yıldönümü nedeniyle 23–25 Nisan 1999 tarihleri arasında yapılan Washington Zirve toplantısında da en önemli gündem maddesi olarak yer almıştır. NATO liderleri Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’ne karşı uygulanan ekonomik yaptırımların daha da sıkılaştırılmasını kararlaştırırken, özellikle petrol ürünlerinin bu ülke sınırları içerisine girmemesi için denetimlerin daha da artırılmasını istenmişlerdir. Ayrıca, NATO zirvesinde liderler Yugoslavya’ya bazı şartları uygulaması durumunda NATO’nun hava operasyonlarını durduracağı konusunda ültimatom vermişlerdir. Yugoslavya’nın uyması istenen şartlar, Kosova’da bütün askeri faaliyetler, şiddet ve baskının hemen durdurulması, Yugoslav askeri, polis ve milis güçlerinin Kosova’dan çekilmesi, Kosova’ya uluslararası askeri güç yerleştirilmesinin kabulü olarak belirlenmiştir[xxx].  Bu zirve sırasında gündeme gelen karadan harekat konusunda ise kesin bir karara varılamamıştır[xxxi]

NATO’nun Kosova’ya kendi kimliği ile gitmesi bu krizin dünyanın başka bölgelerinde ortaya çıkan krizlerden farkını ortaya koyarken NATO’nun da son 10 yılda geçirmiş olduğu değişimin bir parçasını oluşturmuştur. Bu yöndeki değişim ileride ortaya çıkacak krizlerde Birleşmiş Milletler Barış Gücü yerine NATO kuvvetlerinin kullanılma ihtimalini yükselten bir gelişme olmuştur. Bu kriz esnasında, Kosova’dan Arnavutluk’a göç eden mültecilere yardım için NATO Daimi Konseyi ‘Müttefik Sığınak Operasyonu’ adı verilen insani yardım çalışması başlatmıştır. NATO tarihinde ilk kez insani yardım görevi üstlenirken, bu amaçla 8 bin NATO askeri Arnavutluk’a gönderilmiştir[xxxii].

Kosova’da yaşanan kriz esnasında Birleşmiş Milletler tarafından NATO’ya tam açık bir onay verilmemesi[xxxiii] Yugoslavya’ya karşı girişilen hava operasyonunun uluslararası hukuka uygunluğu diğer bir tartışma konusunu oluşturmuştur. BM Güvenlik Konseyi 25 Eylül 1998 tarihinde aldığı kararda bölgede istikrar ve barışı sağlamak için gerekli önlemlerin alınmasını tavsiye ederken kuvvet kullanılması konusunda açık ve kesin ifadeler kullanmamıştır.  Bununla beraber Kuzey Atlantik Konseyi’nin, Sırpların istenen şartları yerine getirmemeleri halinde sınırlı operasyonda bulunma kararı almasının ardından açıklamada bulunan NATO Genel Sekreteri Javier Solana, NATO’nun kuvvet kullanmak için yeterli nedenlerinin olduğunu söylemiştir[xxxiv].

Ayrıca NATO birliklerinin bölgede konuşlanmasının BM sözleşmesine aykırı olarak bağımsız bir devletin egemenlik haklarının ihlali olarak değerlendiren görüşler ortaya atılmıştır. Bu durum zaten NATO içerisinde sürmekte olan bir tartışmayı, ‘alan dışılık’ sorusunu tekrar gündeme getirmiştir. NATO’nun bazı Avrupalı üyeleri ve Kanada, ‘alan dışı’ operasyonlar için Birleşmiş Milletler’den onay alınması görüşünü savunmuşlardır[xxxv].

NATO yetkililerinin hava operasyonu başlamadan önce, askeri seçeneği, Kosova’da yaşanan insan hakları ihlallerini ortadan kaldırmak ve Sırpları anlaşma masasına döndürmek için kullanacakları yönündeki açıklamaları, operasyonlar başladıktan sonra Miloseviç’in askeri gücünün ortadan kaldırılması şeklinde değişmesi NATO’nun amacının tam olarak ne olduğu konusunda kuşkuların belirmesine neden olmuş, bu durum NATO’nun güvenirliliğinin sorgulanmasını gündeme taşımıştır. Aynı bölgede ya da farklı coğrafyalarda yaşanacak insan hakları ihlalleri ya da baskıcı rejimlere karşı NATO’nun Kosova’da yaptığı gibi askeri müdahalede bulunup bulunmayacağı tartışma konusu yapılmıştır[xxxvi]. NATO’nun iç çatışmaların bölgesel istikrarı bozduğu gerekçesiyle gerçekleştirdiği Kosova operasyonunun NATO’nun temel stratejisine aykırı olmadığı, hatta bu müdahalenin insan hakları ve demokrasi gibi değerleri geliştireceği beklentisi göz önüne alındığında bunun normal karşılanacağı görüşü ortaya konulmuştur[xxxvii].

NATO’nun Kosova’da nasıl bir operasyon gerçekleştireceği de diğer bir tartışma konusu olmuştur. Bir kara harekatına sıcak bakmayan Avrupalı müttefikler, ABD’nin de tercihi olan hava operasyonu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Askeri çevrelerde, disiplinli bir Sırp ordusu ve coğrafi koşulların ortaya koyduğu engeller nedeniyle karada başlatılacak bir harekatın çok daha fazla insan kaybına yol açacağı tahmin edilmiştir.

Kosova sorunu sırasında ortaya çıkan diğer bir gelişmede NATO desteğinde kurulan Balkan Barış Gücü’nün hayata geçirilmesidir. Oluşturulan bu yeni gücün, bölgedeki hassas dengelerin korunması konusunda Birleşmiş Milletler ve NATO platformlarında karşılaşılan bir takım zorlukların aşılmasına katkı sağlayacağı düşünülmüştür.

Kosova operasyonu Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’da aynı zamanda Rusya ile giriştiği bir güç yarışına da benzemekteydi. Ateşkesin ardından Bosna’da bulunan Rus askeri birliklerinin NATO kuvvetlerinden önce Sırbistan üzerinden geçip Priştina’ya yerleşmesi Rusya’nın bölgedeki etkinliğinin süreceğinin bir işareti olmuştur.

 

4. MÜDAHALE SÜRECİNDE TÜRKİYENİN GİRİŞİMLERİ

 

Kosova’da ortaya çıkan etnik gerginlik başlangıcından itibaren Türkiye tarafından yakından takip edilmiştir. Türkiye Kosova’da yaşanan sorunun acilen, barışçı yollarla ve Yugoslav Federal Cumhuriyeti’ toprak bütünlüğü korunarak çözüme kavuşturulmasını istemiş, Kosova’nın statüsünün bölgenin etnik yapısının göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir[xxxviii]. Etnik gerilimin yükselmeye başladığı 1998 sonbahar aylarında konu Türkiye’nin gündemine daha ciddi bir şekilde gelmeye başlamıştır. Aynı tarihlerde Suriye ile terör konusunda yaşanan gerginliğe rağmen, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 8 Ekim 1998 tarihinde aldığı bir kararla, Kosova krizi nedeniyle NATO tarafından alınabilecek önlemler çerçevesinde oluşturulabilecek çok uluslu güce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de katılımını sağlamak amacıyla, Türk Hükümetine yurtdışına asker gönderme yetkisi vermiştir[xxxix].

Kosova’da Ocak 1999’da gerçekleştirilen Racak kıyımının Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) uzmanları tarafından hazırlanan raporla doğrulanması üzerine Türkiye konuya daha yakın ilgi göstermeye başlamıştır. Rapor açıklandığı sıralarda Türk Dışişleri Bakanlığı’nda Başbakan düzeyinde bir toplantı yapılırken Genel Kurmay Başkanlığı Gölcük Ana Deniz Üssü’nde bulunan bir firkateynin NATO Akdeniz Daimi Deniz Kuvveti’ne katılmak üzere hareket ettiğini açıklamıştır[xl]. Türkiye, katliamı kınarken, bu tür eylemlerin önlenmesini istemiş ve konunun acilen BM Güvenlik Konseyi’nde görüşülmesi gerektiğini belirtmiştir. Konu ile ilgili olarak Türk Dışişleri Bakanı BM ve NATO Genel Sekreterleri ve AGİT Dönem Başkanı ile de görüşerek Türkiye’nin duyduğu kaygıları iletmiştir[xli]. Türkiye konu ile ilgili diplomatik çabalarını ilerleyen günlerde de sürdürmüştür. Özellikle, Sırpların taahhüt ettiği güvenlik önlemleri konusunda samimi olmadıklarını düşünen Türk Dışişleri Bakanı, ABD, Rusya Federasyonu, Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanlarına birer mektup göndererek bu konuda Yugoslav Federal Cumhuriyeti üzerinde baskı kurmalarını istemiştir[xlii].

Kosova’da durumun ciddileşmesi ve olası bir NATO müdahalesinin gündeme gelmesi, Türkiye’nin konuyu uluslararası platformlara taşıma konusunda kararlığını ortaya çıkarmıştır. Nitekim sorunun NATO içerisinde tartışılmaya başladığı tarihlerde Türkiye hem Mayıs 1998’de Lüksemburg’da yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında hem de Haziran 1998’de Brüksel’de yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısında NATO’nun Kosova sorunu üzerinde çalışmaya başlamasında önemli rol oynamıştır[xliii]. Yugoslavya Temas Grubu’nun taraflara sunduğu planlarla ilgili olarak görüşlerini belirten Başbakan Bülent Ecevit, bu konu hakkında hem BM Güvenlik Konseyi’ne hem de NATO’ya başvuruda bulunduklarını açıklamıştır[xliv].

Şubat ayı içerisinde Kosova sorununa taraf olan gruplar arasında Rambouillet’de görüşmelere başlanması Türkiye tarafından başlangıçta olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmiş[xlv], fakat görüşmelerde nihai bir sonuca ulaşılamaması ve bölgeden gelen çatışma haberleri endişe ile karşılanmıştır. Türkiye, Kosova’da taraflar arasında varılacak bir çözümde muhakkak Yugoslav Federal Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiği yönündeki düşüncesini her fırsatta dile getirmiştir [xlvi].

Rambouillet görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından NATO tarafından başlatılan hava harekatı Türkiye tarafından olumlu karşılanırken, sorunun bu noktaya gelmesinden Belgrat yönetimi sorumlu tutulmuştur[xlvii]. Kosova’da NATO hava harekatının başlamasının ardından Trakya’daki Türk askeri birlikleri teyakkuza geçirilmiş, Rusya’nın NATO harekatına karşı göstermiş olduğu tepki Ankara’da tedirginlik yaratmıştır. Rusya’nın gerçek amacının ne olduğu tam da anlaşılamayan bir kararla Türk Boğazları üzerinden Adriyatik Denizi’ne savaş gemileri gönderme kararı alması Türk Hükümetinin tepkisini çekmiştir[xlviii]. Bununla birlikte Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyük Elçiliği’nin 26 ve 30 Mart tarihlerinde Türk Dışişleri Bakanlığına gönderdiği notalar ile toplam 8 savaş gemisinin Montreux Sözleşmesi çerçevesinde 3–8 Nisan 1999 tarihleri arasında Türk Boğazları’ndan geçişi için yaptığı başvuru Türk yetkililerce uygun görülmüş, konu hakkında da NATO Konseyi’ne bilgi verilmiştir[xlix].

NATO’nun hava operasyonu Türkiye’de Türk Hükümeti ve üst düzey yöneticiler tarafından memnunlukla karşılanırken bunun geç kalmış bir hareket olduğu konusu üzerinde durmuşlardır[l]. Hava harekatını olumlu yaklaşan Türkiye, bölgenin etnik yapısını da dikkate alarak operasyonun bununla sınırlı kalmasını istemiştir. Aksi takdirde Türkiye, karadan devam edecek bir operasyonun çatışmaların Arnavutluk ve Makedonya’ya da yayılma ihtimalini artıracağı düşüncesini taşımıştır. Nitekim NATO hava operasyonunun başlamasının ardından Kosova’ya komşu Arnavutluk ve Makedonya’ya yönelik önemli sayıda mülteci göçü yaşanmış bu durum etnik ve siyasi yapısı nedeniyle Makedonya için daha fazla önem arz etmiştir. Bu durum Türkiye tarafından da endişe ile izlenirken 6 bine yakın Kosovalı göçmen çeşitli kamplara ve Türkiye’deki yakınlarının yanına yerleştirilmiştir. Türkiye bu çerçevede 20 bine yakın göçmeni kabul edebileceğini açıklamıştır[li]. Türkiye’nin bu yönde aldığı kararların ABD’nin baskısı sonucu olduğu yönündeki Yunanistan’ın yaptığı açıklamalar Türk Dışişleri yetkililerince yalanlanmıştır[lii].

NATO hava operasyonu başladığı sıralarda açıklanan bu görüşler, Türkiye’nin NATO operasyonlarına sınırlı bir katılımla destek vereceği görüşünü yansıtmıştır. NATO hava operasyonu başladıktan sonra Türkiye bölgeye gönderilen 11 adet F–16 savaş uçağı ve Adriyatik Denizindeki savaş gemileriyle NATO kuvvetlerine destek sağlamıştır[liii]. Ancak operasyonun ilerleyen aşamalarında Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu, NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik askeri harekatında, kara harekatı da dahil olmak üzere tüm aşamalarına katılma kararı almıştır[liv]. Bu karar, bölgede hızla gelişen olaylar karşısında Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinin artırma çabası olarak görülmüştür. Yugoslavya’ya karşı bir kara harekatının henüz NATO ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından ciddi olarak düşünülmediği bir sırada Türkiye tarafından alınan bu karar ABD tarafından memnunlukla karşılanmıştır[lv].

Türkiye bir yandan yurtdışına askeri birlik gönderme kararı alırken diğer yandan da Yugoslavya’ya komşu ülkeleri NATO askerlerini kabul etmesi konusunda ikna etmeye çalışmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, NATO’nun hava operasyonu sürerken bölge ülkeleri Arnavutluk ve Makedonya’ya yaptığı geziler sırasında bu ülkelere Türkiye’nin desteğini açıklarken, ileriye dönük olarak Türkiye’nin bu bölgeye olan ilgisinin süreceğini göstermiştir[lvi].

İtalya’da Ghedi hava üssünde konuşlanan Türk F–16 savaş uçakları, operasyonun başlarında sadece koruma amaçlı uçuşlar yaparken[lvii], operasyonun ilerleyen aşamalarında aktif bir şekilde Sırp askeri hedeflerinin bombalanması eylemlerine katılmışlardır. Bu arada yoğunlaşan NATO bombardımanında kullanılan İtalya’daki Avion üssündeki sıkışıklığı azaltmak ve Yugoslavya’daki hedeflere daha rahat ulaşmak için, NATO’ya yeni üye olan Macaristan ve Türkiye’deki bazı üslerin kullanılması gündeme gelmiştir[lviii]. Bunun için NATO, Çorlu, Balıkesir ve Bandırma’daki askeri havaalanlarını kullanmak istemiştir[lix].

NATO’nun hava operasyonları devam ederken ve olası bir kara harekatı konusu gündemde bulunurken Haziran ayı başında Yugoslav Federal Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu özel temsilcilerinin sundukları barış planını kabul etmesi Türkiye tarafından olumlu karşılanmış, Türkiye planın bir an önce uygulamaya aşamasına sokulmasını istemiştir[lx]. Kosova sorununda barışçı çözüme yaklaşılmasının hemen ardından Almanya’da yapılan AB zirve toplantısında Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı kurulmasına ilişkin anlaşmayı Türkiye katılımcı ülke olarak imzalamıştır[lxi].

Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin Kosova’daki çatışmaların durduğuna dair almış olduğu 1244 sayılı kararının ardından Kosova’da Prizren civarında görev yapacak 987 personelden oluşan askeri birliğini bu bölgeye göndermiş[lxii] ayrıca yeni kurulan BM Kosova Geçici Yönetimi’ne yardımcı olmak üzere oluşturulan ‘Genel Sekreter’in Kosova Dostları’ grubunda da ABD, Almanya, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa, Hollanda, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Rusya ve Yunanistan’la birlikte yer almıştır[lxiii].  

Yunanistan’ın kendisi gibi Ortodoks olan Sırbistan’a girişilen hava operasyonuna destek vermemesi Türkiye’ye Balkanlarda etkinliği arttırma açısından avantajlı bir konum elde etme imkanı sunmuştur. Türkiye’nin Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan ve Romanya ile birlikte aynı görüş içerisinde olması ve bu ülkelerle yakın siyasi ve askeri işbirliği geliştirmesi, bölgede Yunan politikalarını çevreleme konusunda Türkiye’nin atmış olduğu önemli bir adım olarak değerlendirilmiştir[lxiv].

Kosova yaşanan gelişmeler bir yandan Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu artırmasına yardımcı olurken diğer yandan da Avrupa güvenliğinde Türkiye’nin sağlayacağı katkının önemini ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin Kosova’da NATO politikalarına sıkı bir şekilde bağlı kalması, bir ölçüde Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ile ilgili tartışmaların gündemde olduğu bir sırada bu süreçten dışlanmama kaygısının da önemli bir payı olmuştur. Türkiye’nin Balkanlarda izlediği aktif politika, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere operasyona destek veren ülkeler tarafından memnuniyetle karşılanırken, muhafazakar eğilimli ve Türkiye’ye karşı önyargı taşıyan çevreler, bu politikayı Balkanlara geri dönmek ve ‘postmodern Osmanlı İmparatorluğu’nun koruması altına almak şeklinde yorumlamışlardır[lxv].

Türkiye, Kosova sorunu sırasında iki önemli endişesi olmuştur. Bunlardan birincisi Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunması diğeri de Kosova’da yaşayan Arnavutlarla Türk azınlık arasındaki problemlerdir. Ayrıca Türkiye, Balkanlarda daha fazla bölünmüşlük yaratmamak için özen göstermiş, özellikle Sırbistan’ın Yunanistan ile birlikte Türkiye’ye karşı cephe oluşturmasını istememiştir[lxvi].

Türkiye, Kosova sorununun çözümüne yönelik olarak ortaya koyduğu görüşlerde her zaman Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunmasından bahsetmiştir. Sorunun çözümüne yönelik ortaya konulan planlarda, burada yaşayan Arnavut asıllı Kosovalılara geniş özerklik verilmesi Türkiye tarafından desteklenirken, Kosova Kurtuluş Ordusu'nun (UÇK) tam bağımsızlık istekleri Türkiye tarafından desteklenmemiştir. Bu konuda Türkiye, operasyon sonunda Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunamayabileceği şeklinde açıklamalarda bulunan Amerikan yönetimiyle de görüş ayrılığına düşmüştür.

Kosova’da yaşayan az sayıdaki fakat sembolik anlamda Türkiye için önem taşıyan Türk azınlığın haklarının korunması, Türkiye’nin bölgeye yönelik endişelerinin içinde ayrı bir önem taşımıştır. Türkiye, Yugoslavya’da 1974 yılında kabul edilen anayasa ile Türk azınlığın elde etmiş olduğu hakların korunması ve yeniden düzenlenmek istenen Kosova’nın statüsünde diğer azınlıklar gibi Türk azınlığında haklarının korunmasını istemiştir[lxvii]. Türkiye’nin bu konu üzerindeki hassasiyeti bölgede yaşanan krizin bitmesinden sonrada devam etmiş ve Türkiye’nin yoğun girişimlerinden sonra istenen sonuca ulaşılmıştır[lxviii].

Kosova’da yaşanan gerginlik esnasında Türkiye’nin bir takım iç meseleleri konunun yeterince hem siyasilerce hem de kamuoyunda tartışılmasını engellemiştir. Bu sırada ortaya çıkan Hükümet krizleri ve erken seçim tartışmaları siyasi gündemi daha fazla meşgul ederken daha sonra PKK sorunu ile bağlantılı olarak örgüt liderinin Suriye’den çıkartılması ve Türkiye’ye getirilmesi siyasilerin ve kamuoyunu dikkatlerini bu konuya çevirmelerine neden olmuştur. Burada dikkat çeken diğer önemli bir nokta da Türkiye’de azımsanmayacak sayıda bulunan Arnavut asıllı vatandaşların konuya gösterdikleri zayıf tepkidir. Kamuoyunun Kafkaslarla ilgili konularda gösterdiği tepki ve eylemler göz önüne alındığında, bu konuda daha sesiz kalındığı görülmüştür. 

Kosova Krizi, Türk-Amerikan ilişkilerinin bu dönem içerisinde karşılıklı işbirliği içerisinde ne kadar olumlu yönde geliştiğini göstermesi açısından da önem taşımıştır.  Kosova’da gerçekleştirilen NATO hava operasyonu sırasında Türkiye ve ABD arasında gelişen askeri ve siyasi işbirliğinin, gelecek dönemlerde de artarak devam edeceği beklentisi güçlenmiş ve bu konuda olumlu gelişmeler yaşanmıştır[lxix]. NATO’nun görev alanının genişlemesi ve Türkiye’nin bölgesel alandan daha aktif bir dış politika izlemeye başlaması bu yöndeki beklentinin temel noktalarını oluşturmuştur[lxx].

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arsında Kosova krizi sırasında gündeme gelen yakın işbirliği her iki ülkenin bölgesel sorunlarda bir birlerine olan ihtiyaçlarının bir yansıması olmuştur. Avrupa’nın bir parçası olarak Balkanlarda sağlanacak istikrar ABD için önem taşırken, bunun kolay bir şekilde sağlanabilmesi de, bölgeyle tarihsel ve kültürel bağları bulunan Türkiye’nin işbirliğini gerektirmiştir. Aynı şekilde Türkiye içinde bölgede siyasi etkinliğini artırmanın yolu ABD ile yakın işbirliği yapmasına bağlı kalmıştır. Bölgede ortaya çıkan sorunlarda aktif rol alma konusunda istekli görünen Türkiye’nin bunu gerçekleştirmek için yeterli askeri ve ekonomik kaynağa sahip olmaması ABD desteğini kendisi için gerekli kılmıştır. Ayrıca Türkiye, tarihsel nedenlerden dolayı karşılaşacağı itirazlar içinde arkasında güçlü bir siyasi desteğe ihtiyaç duymuştur. Bu dönem içerisinde Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’nin bu konuda Balkanlarda güvenebileceği ve işbirliği yapabileceği tek ülke olarak gözükmüştür. Bu süreç içerisinde NATO ittifakı da iki ülke ilişkilerinin kurumsal çatısını oluştururken, bu sırada gündeme gelen ‘stratejik ortaklık’ kavramı Türkiye ve ABD arasında çıkar birlikteliğinin ulaştığı düzeyi göstermiştir[lxxi].

 

SONUÇ

 

Kosova krizi NATO için Soğuk Savaş sonrası dönemde benimsediği yeni görevler açısından bir uygulama alanı olmuştur. İttifak içersinde yaşanan tartışmalara ve Rusya’nın göstermiş olduğu büyük tepki ve itiraza rağmen, NATO Kosova’daki misyonunu başarı ile tamamlamıştır. Geleneksel görev alanı dışında ortaya çıkan krizlerde istikrar ve barışın yeniden temini konusunda başarılı bir deneyim geçiren NATO, konu ile ilgili itirazları olan ittifak üyelerinin bu yöndeki endişelerini de önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır.

 Kosova’da kazanılan deneyim ve özgüven NATO’nun daha sonra hem Avrupa’da hem de Avrupa dışındaki coğrafyalarda gerçekleştireceği operasyonlar için örnek oluşturmuştur.11 Eylül saldırıları sonrasında terörizmle mücadele konusunda yeni sorumluluklar alan NATO görev alanının oldukça uzağında Afganistan’da, istikrar ve güvenliği sağlama görevi üstlenmiştir. Böylelikle NATO yeni stratejik kavramında belirtildiği gibi hayati çıkarlarının riske girdiği durumlarda Avrupa dışında dahi olsa kriz yönetimi ve barışı koruma operasyonlarının uygulanmasında herhangi bir tereddüt göstermeyeceğini ortaya koymuştur. NATO’nun bu yöndeki politikasının en son örneğini yeni kurulan Irak ordusunun eğitimine destek vererek Orta Doğu bölgesini de eylem alanı içerisine katması olmuştur. 

Soğuk Savaş’ın ardından Balkanlar’da ortaya çıkan krizler hem aynı coğrafyada yer alması hem de bu bölge ile tarihsel ve kültürel bağlarının bulunması açısından Türkiye’yi yakından ilgilendirmiştir. Türkiye, Bosna-Hersek iç savaş sırasında askeri ve siyasi alanda ortaya aktif politikayı Kosova krizi sırasında da devam ettirmiş, gerek NATO öncülüğünde Sırplara karşı yürütülen hava operasyonlarında gerekse Kosovalı mültecilere insani yardım çalışmalarında etkin bir şekilde yer almıştır. Balkanlar’da yaşanan krizler Türkiye açısından iki noktayı ön plana çıkarmıştır. İlk olarak, Türkiye’nin Avrupa güvenliğinde oynayacağı yapıcı rol bu krizler sırasında açık bir biçimde ortaya çıkmış, böylelikle Soğuk Savaş sonrası stratejik önemindeki azalma konusunda Türkiye’nin taşıdığı endişeler büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Kosova krizi ve Afganistan’da sürdürülen operasyonlar sırasında Türkiye’nin yapmış olduğu katkı Batı için büyük önem taşımıştır. Ön plana çıkan ikinci nokta ise, Türkiye bölgesel çıkarlarının korumasında kapasitesini aşan durumlarla karşılaştığında NATO ve ABD’nin bu eksiğin tamamlanmasında oynadığı rol olmuştur.

 


KAYNAKÇA



[i]“London Declaration on a Transformed North Atlantic Alliance”, (Çevrimiçi) http//www.nato.int/docu/comm/49-95/c900706a.htm, 29 Mart 2007.

[ii] “NATO Handbook”, (Çevrimiçi) http//www.nato.int, 30 Mart 2007.

[iii] Kamran İnan, “NATO’nun Dünü, Bugünü ve Yarını”, 35. Yılında Türk Parlamentosunda NATO, Ankara, Türk Atlantik Andlaşması Derneği, 1984, s.46.

[iv] “The Alliance’s New Strategic Concept”, (Çevrimiçi) http//www.nato.int/docu/comm/49–95/ c911107a.htm, 29 Mart 2004.

[v] “NATO: Use only in Moderation”, Bulletin of the Atomic Scientists, Vol.50, No.6, November 1994, s. 32–37.

[vi] Ayın Tarihi (28 Eylül 1995), T.C. Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Temmuz-Ağustos-Eylül 1995, s.209.

[vii] “The Alliance’s Strategic Concept 1999”, (Çevrimiçi) http//www.nato.int/docu/pr/1999/p99-065e.htm, 29 Mart 2007.

[viii] “Prague Summit Declaration”, (Çevrimiçi) http//www.nato.int/docu/pr/2002/p02-127e.htm, 29 Mart 2004.

[ix] John S. Duffield, “NATO’s Functions after the Cold War”, Political Science Quarterly, Vol.109, No.5, Winter 1994, s.763–788.

[x] Richard E. Rupp, “NATO Enlargement: All Aboard? Destination Unknown”, East European Quarterly, Vol.36, No.3, Autumn 2002, s.341–364.

[xi] David S. Yost, “The New NATO and Collective Security”, Survival, Vol.40, No.2, s.135–161.

[xii]Ivo H. Daalder ve James M. Goldgeier, “Putting Europe First”, Survival, Vol.43, No.1, s.71–92.

[xiii] Michael E. Brown, “Minimalist NATO: A Wise Alliance Knows When to Retrench”, Foreign Affairs, Vol.78, No.3, May-June 1999, s.204.

[xiv] Robert E. Hunter, “Maximizing NATO: A relevant Alliance Knows How to Reach”, Foreign Affairs, Vol.78, No.3, May-June 1999, s.190.

[xv] David S. Yost, “The New NATO and Collective Security”, Survival, Vol.40, No.2, s.135–161.

[xvi] Hunter, a.g.e., s.193.

[xvii] Lord Robertson, “NATO’nun Dönüşümü”, (Çevrimiçi) http//www.nato.int/docu/review/2003/ issue1/turkish/main.htm, 15 Mart 2007.

[xviii] Javier Solona, “NATO’s Success in Kosovo”, Foreign Affairs, Vol.78, No.6, November/December 1999, s.114–121.

[xix] Aland D. Dowd, “NATO after Kosovo: Toward – Erurope Whole and Free”, Policy Review, No.98, December 1999- January 2000, s.61–83.

[xx] United Nations Security Council Resolution 1199, ( Çevrimiçi)

http://daccessdds.un.org/doc/UNDOC/GEN/N98/279/96/PDF/N9827996.pdf?OpenElement, 12 Aralık 2007.

[xxi] Facts On Files, Vol.58, No:3019, October 15,1998, s.725.

[xxii] Keesing’s Record of World Events, Vol.45, No:1, 1999, s.42750–51.

[xxiii] NATO’nun bu açıklamasından sonra oluşturulacak askeri güce İngiltere 8 bin, Fransa 5 bin, ABD 2 ile 4 bin arası asker verebileceği açıklamıştır. Bu ülkelerin yanı sıra Almanya, Rusya, Hollanda ve İskandinav ülkeleri de askeri katkıda buluna bileceklerini açıklamıştır. Keesing’s Record of World Events, Vol.45, No: 2, 1999, s.42806. 

[xxiv] Keesing’s Record of World Events, Vol.45, No:3, 1999, s.42846-47.

[xxv] G-8 ülkeleri dışişleri bakanlarının üzerinde anlaştıkları belgeye gore, tüm Sırp askeri, polis ve milis güçleri Kosova’yı terkedecekler, Kosova’da hayatın normale dönemsi için bir ara yönetim şekli BM Güvenlik Konseyi tarafından sağlanacak, Kosova Özgürlük Ordusu (UÇK) silahsızlandırılacak ve daha sonra belirnecek miktarda Sırp güçlerinin bölgeye girmesine izin verilecek.  Keesing’s Record of World Event, Vol.45, No:5, 1999, s.42957.

[xxvi] Anlaşma uyarınca NATO bombalama faaliyetlerini durdururken, Sırplarda birliklerini Kosova’dan çekmeye başlamışlardır. Keesing’s Record of World Event, Vol.45, No:6, 1999, s.43006–43007. Kosova operasyonunda, ¾’ü ABD’ye ait olmak üzere NATO’ya bağlı 900 savaş uçağı 38 bin sorti gerçekleştirmişlerdir. Bu hava saldırılarında yaklaşık 28 bin adet bomba ve füze kullanılmıştır. “Statement of General Wesley Clark, United States European Command, Supreme Allies Commander, Europe, Senate Armed Services Committee, Hearings on Kosovo”, 21 October 1999, (Çevrimiçi) http://armed-services.senate.gov/hearings/1999/c991021.html , 28 Eylül 2007.

[xxvii] UN Security Council Resolution 1244, 10 Haziran 1999, (Çevrimiçi) http://daccessdds.un.org/doc/UNDOC/GEN/N99/172/89/PDF/N9917289.pdf?OpenElement , 12 Kasım 2007.

[xxviii] “NATO ödün versin”, Cumhuriyet, 18 Şubat 1999, s.10.

[xxix] “Miloseviç’in süresi doluyor”, Cumhuriyet, 1 Şubat 1999, s.8.

[xxx] “NATO zirvesi başladı”, Cumhuriyet, 23 Nisan 1999, s.1.

[xxxi] Keesing’s Record of World Events, Vol.45, No:4, 1999, s.42901.

[xxxii] “Arnavutluk’a NATO askeri”, Cumhuriyet, 12 Nisan 1999, s.11.

[xxxiii] NATO’nun Yugoslavya’ya ait askeri hedefleri bombalamasını öngören bir karar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin tarafından engellenmiştir.

[xxxiv] Transcript of the Press Conference by Secretary Geneal Dr. Javier Solana, 13 October 1998, (Çevrimiçi), http://www.nato.int/docu/speech/1998/s981013b.htm , 29 Mart 2008.

[xxxv] Engin Aşkın, “Kanada ABD’yi öfkelendirdi”, Cumhuriyet, 6 Ocak 1999, s.11

[xxxvi] Sean Kay, “After Kosovo: NATO’s Credibility Dilemma”, Security Dialogue, Vol. 31(1), s.71–72.

[xxxvii] Nejat Doğan, “NATO’nun Örgütsel Değişimi, 1949–1999 Kuzey-Atlantik İttifakından Avrupa-Atlantik Güvenlik Örgütüne”, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt.60, No: 3, Temmuz-Eylül 2005, s.98.

[xxxviii] Türkiye ve Makedonya Cumhurbaşkanlarının Kosova konusundaki ortak bildirileri, Dışişleri Güncesi, Ekim 1998, s.47.

[xxxix]Tutanak, Ankara, TBMM, Dönem 20, Cilt 63, Yasama Yılı 4, 8 Ekim 1998, s. 380.

[xl] “Muavenet Fırkateyni yola çıktı”, Cumhuriyet, 23 Ocak 1999, s.10.

[xli] 45 Masum Kosovalı Arnavut’un Katledilmesine İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi, Ocak 1999, s.41.

[xlii] Türkiye’nin Kosova Sorununun Barışçı Çözümüne Yönelik Çabalarına İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi, Ocak 1999, s.101.

[xliii] 1998 Yılına Toplu Bakış, Dışişleri Güncesi, Aralık 1998, s.165–166.

[xliv] “Kosova için çözüm planı”, Cumhuriyet, 25 Ocak 1999, s.10.  Kosovalı Arnavutların ılımlı lideri İbrahim Rugova sorunun gündeme gelmesinden itibaren Batının desteğini ararken, sorunun barış yoluyla çözümünün Kosova’ya NATO güçlerinin konuşlandırılmasıyla çözülebileceğini belirtmiştir. “Miloseviç: 1999 Kosova’ya çözüm getirsin”, Cumhuriyet, 1 Ocak 1999, s.10.

[xlv] Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franjo Tudjman’nın Ankara ziyareti sırasında bir açıklamada bulunan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Kosova’daki durumun çok daha fazla kan dökülmeden barışçı bir çözüme bağlanmasını istemiştir. “Kosova’ya barışçı çözüm kaygısı”, Cumhuriyet, 12 Şubat 1999, s.10.

[xlvi] Kosova Krizinin Çözümüne Yönelik Rambouillet Müzakereleri’ne İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi, Şubat 1999, s.81.

[xlvii] NATO Harekatına İlişkin Basın Açıklaması, Dışişleri Güncesi, Mart 1999, s.198.

[xlviii] “Ankara’nın 4 kaygısı”, Cumhuriyet, 2 Nisan 1999, s.1.

[xlix] Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Sermet Atacanlı’nın Kendisine Yöneltilen Bir Soruya Cevabı, Dışişleri Güncesi, Mart 1999, s.244.

[l] “Ankara: NATO itibarını korudu”, Cumhuriyet, 26 Mart 1999, s.1.

[li] Kosova’daki Duruma İlişkin Açıklama,  Dışişleri Güncesi, Nisan 1999, s.29.

[lii] Yunanistan Dışişleri Bakanı Papndreu’nun Türkiye’ye ABD Baskısı Yapıldığı İddialarına İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi, Nisan 1999, s.31. 

[liii] Kosova’daki Duruma İlişkin Bilgi Notu, Dışişleri Güncesi, Nisan 1999, s.6.

[liv] “Türkiye kara savaşına hazır”, Cumhuriyet, 10 Nisan 1999, s.1.

[lv] Türkiye’nin Kosova’ya asker gönderme istek ve kararlılığı daha sonraki günlerde burada görev yapması planlanan birliğin basına tanıtılmasıyla daha inandırıcı bir şekilde ortaya konuluyordu. Bölgede görev yapması düşünülen Türk Barış Gücü Görev Kuvveti, 987 asker, 52 adet tank ve hafif zırhlı araçtan oluşuyordu. Kara harekatı olması halinde Türk kuvveti en eğitimli olması nedeniyle bölgeye gönderilecek ilk birlik olma özelliği taşıyacaktı. “İlk görev Türk Birliğine”, Cumhuriyet, 29 Nisan 1999, s.6. “ABD, Türkiye’nin Kosova politikasından çok memnun”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 1999, s.11.

[lvi] “Demirel’den Tiran’a teşekkür”, Cumhuriyet, 13 Nisan 1999, s.1.

[lvii] Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Kosova Konusunda Basın Mensuplarına Yaptığı Açıklama, Dışişleri Güncesi, Mart 1999, s.239.

[lviii] NATO’nun Kosova’ya Hava Harekatına İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi, Mayıs 1999, s.45.

[lix] Mayıs ayı sonuna kadar 72 adet savaş uçağının NATO tarafından bu havaalanlarına yerleştirilmesi düşünülmekteydi. Türk yetkililer Balıkesir havaalanının kullanımının Ege hava sahası denetiminde zayıflık yaratacağı gerekçesiyle sınırlama getiriyordu. “Genelkurmay’dan sınırlama”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 1999, s.11.

[lx] Kosova Krizine Barışçı Bir Çözüm Yolu Bulunmasına Dair Açıklama, Dışişleri Güncesi, Haziran 1999, s.30.

[lxi] Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı (Stablity Pact for South Eastern Europe) Kosova’da siyasi çözüme ulaşılmasından sonra Balkanlarda kalıcı barış ve istikrarın sağlanmasına, bölgenin yeniden yapılanması ve ekonomik açıdan kalkınarak refahının artırılmasına yönelik AB önderliğindeki girişimdir. AB ülkeleri, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Makedonya, Macaristan, Romanya, Rusya, Slovenya, Türkiye, ABD, AB Komisyonu, AGİT Başkanlığı, Avrupa Konseyi paktın esas katılımcıları olarak anlaşma metnini imzalamışlardır. Avrupa Birliği’nin Güneydoğu Avrupa’ya Yönelik İstikrar Paktı’na İlişkin Bilgi Notu, Dışişleri Güncesi, Haziran 1999, s.74.

[lxii] Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Sermet Atacanlı’nın Haftalık Olağan Basın Toplantısı, Dışişleri Güncesi, Haziran 1999, s.102.

[lxiii] Kosova Hakkında Açıklama, Dışişleri Güncesi, Haziran 1999, s.155.

[lxiv] İlhan Uzgel, “Türkiye ve Balkanlar: Bölgesel Güç Yanılsamasının Sonu”, Beş Deniz Havzasında Türkiye, der. Mustafa Aydın, Çağrı Erhan, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2006, s.227.

[lxv] Muhafazakar İtalyan gazetesi Corriere Della Sera’da yayınlanan bir yorumda, Kosova’da yaşanan mülteci krizinin ardından, insani yardım bahanesi altında Türkiye’nin bölgede tekrar bir hakimiyet kurma çabası içinde olduğu belirtilmiştir. “Türkiye fırsatı değerlendiriyor”, Cumhuriyet, 15 Nisan 1999, s.11.

[lxvi] A. Hikmet Alp, Mustafa Türkeş, “The Balkans in Turkey’s Security Environment”, Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2001-6, s.143. Şule Kut, “Tukish Foreign Policys toward the Balkans”, s.80–81.

[lxvii] Bölgede yaklaşık olarak 60 bin civarında Türk’ün yaşadığı tahmin edilmektedir. Kosova’daki Son Duruma İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi, Aralık 1998, s.155.

[lxviii] Kosovalı Türklerin Anayasal Haklarının BM Kosova Misyonu (UNMIK) tarafından Tanınmasına İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi, Eylül 2000, s.86–88.

[lxix] İlerleyen tarihlerde Türkiye ve ABD arasında gelişen askeri ve siyasi işbirliğine ek olarak ekonomi alnında da işbirliğine gidilmiştir. Eylül 1999’da Başbakan Bülent Ecevit’in ABD ziyareti sırasında iki ülke arasında ticaret ve yatırım ilişkilerinin geliştirilmesine ilişkin bir anlaşma imzalanmıştır. Resmi Gazete, Ankara, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü, No: 23961, 11 Şubat 2000, s. 1–10.

[lxx] Başbakan Bülent Ecevit’in ABD’ye Giderken Esenboğa Havaalanı’nda Yaptığı Basın Toplantısı, Dışişleri Güncesi, Eylül 1999, s.105.

[lxxi] Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem verdiği bir demeçte, Türkiye ve ABD arasındaki işbirliğinin hiçbir zaman Kosova sorununda olduğu kadar yakın olmadığını belirtmiştir. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Star TV-Kırmızı Koltuk Programında Yayınlanan Mülakatının Metni,  Dışişleri Güncesi, Ekim 1999, s.52.