YIL: 11

SAYI: 126

HAZİRAN 2008

 

 

önceki

yazdır

 

 

 Yrd.Doç.Dr. Ender YÖNET

 

 

  

KURUMSAL SOSYAL/KÜRESEL SORUMLULUK YA DA ZORUNLULUK... (KURUMSAL SOSYAL SORUMLULUĞA SÜREÇSEL BİR BAKIŞ)


 ÖZET        

Tarih boyunda sosyal sorumluluk adına gerçekleştirilen faaliyetler genel olarak, toplumsal ve dolayısıyla da çoğu zaman siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranlar yani üretilen artı değerlerden en büyük payı alanlar aracılığıyla yerine getirilmiştir. Bununla birlikte çeşitli dönemlerdeki toplumsal önceliklere bağlı olarak bu gücü elinde bulunduranların sorumluluklarının önceliği de değişime uğramıştır. Sosyal sorumluluğu kimin, kim veya kimler için, neden yerine getirdiği ve sosyal sorumluluk kavramı adı altında hangi faaliyetlerin gerçekleştirildiği geçmişten günümüze çeşitli dönemler boyunca siyasi, sosyal ve ekonomik değişkenlere bağlı olarak değişkenlik göstermiştir.

 

Bu makalede, öncelikle günümüzdeki sosyal sorumluluk kavramının geçmişi Batı Avrupa/Amerika, Osmanlı Devleti/Türkiye ve Japonya bağlamında araştırılacaktır.  Daha sonra bu yönelmenin, işletmelerin kendi iradeleri ve toplumsal duyarlılıklarının sonucu olarak hissettikleri sosyal amaçlı bir “kurumsal sorumluluk” duygusundan mı kaynaklandığı, yoksa çeşitli iç/dış çevre koşullarının onlara dayattığı bir zorunluluğun sonucu mu olduğu sorusuna cevap aranacaktır. Bu bağlamda bugünkü adıyla “kurumsal sosyal/küresel sorumluluğun” evrim süreci, sivil toplum kavramının gelişim süreciyle ilişkilendirilmektedir.

 

Anahtar Kelimeler: Kurumsal, sosyal, küresel, sorumluluk, zorunluluk, sivil toplum.

 

 

  ABSTRACT

 

 Activities of social responsibility, in general has been  performed by the ones owning the social and most often relatedly the political and economic power, who also has taken the biggest share from the surplus value during history. However, in history the ownership of this power, the social and economic priorities,  the priorities of the owner’s responsibilities has changed; also changing the answers to questions of; who, for whom, why and how have performed social responsibility in different periods from past to nowadays.

 

         In the contexts of Western Europe/America, Ottoman Empire/Turkey and Japan, the antecedents of corporate social responsibility will firstly be examined. Then, whether this tendency toward social “corporate responsibilities, has risen from a self-desired social sensitiviy of business enterprises or an inevitability that various inner/outer environmental conditions has insisted on them, will be questioned. The according evolution is associated with development process of the concept of civil society .

 

Key Words: Corporate, social, global, responsibility, civil society.

 

 

 

1. KURUMSAL SOSYAL SORUMLULUK KAVRAMININ GELİŞİM SÜRECİ

 

1.1. GİRİŞ

 

Sosyal sorumluluk alanında yapılan çalışmalar ve gerçekleştirilen faaliyetler, son yıllarda örneklerine çok sık  rastlanılanlarla sınırlı değildir. İnsanlık tarihi boyunca , çeşitli yollarla zengin olarak büyük servete sahip olan birçok insan, yaptıklarıyla öldüklerinden sonra da anılmak,dini yükümlülüklerini yerine getirmek ve muhtaç durumdaki insanlara yardım etmek için büyük paralar harcayarak,gerek kültürel amaçlı, gerekse insanların kullanımına yönelik çeşitli eserler yaptırmışlardır. Kendi sağlıklarında eserlerinin bakım ve onarımlarıyla çok yakından ilgilenerek, eserlerden yararlanan insanların ilgi ve sempatisini kazanan  bu “yardımsever” insanlar, sağlıklarında kazandıkları ilgi ve sempatinin (itibarın) kendileri yaşadıkları süre içinde ve öldükten sonra da devam etmesini sağlamak için yardımseverliklerini “kurumsallaştırma” yoluna gitmişlerdir. Bu amaçla vakıflar kurmuşlar, servetlerinin önemli bir kısmını bu vakıflara bırakarak kendilerini ölümsüz kılmaya çalışmışlardır (Pringle ve Thompson, 2000: 256). Vakıf geleneği, yalnızca batı kültüründe değil, Osmanlı ve Türk kültüründe de çok geniş uygulama alanı bulmuş bir yardımseverlik uygulaması olup, günümüzde de çok yaygın bir kullanıma sahiptir.

 

İnsanların başkaları için değer üreterek ve değerli eserler yaptırarak onları etkileme çabaları yalnızca dini, ekonomik ve bireysel amaçlara yönelik olmayıp, halkla ilişkiler, propaganda ve iletişim amaçlı da olabilmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde askeri ve siyasi güç sahibi olmuş birçok insan ve devlet, yukarıda değindiğimiz amaçlarla birlikte kendi topraklarında ve ele geçirdikleri ülkelerde varlıklarının ve iktidarlarının devamını güç kullanmadan güvence altına alabilmek, insanların kendilerine bağlılığını sağlamak ve sürdürebilmek gibi nedenlerle de yollar, köprüler, eğitim ve sağlık kuruluşları yaptırmışlardır.

 

Tarih boyunda sosyal sorumluluk adına gerçekleştirilen faaliyetler genel olarak, toplumsal ve dolayısıyla da çoğu zaman siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranlar yani üretilen katma ve artı değerlerden en büyük payı alanlar aracılığıyla yerine getirilmiştir. Bununla birlikte çeşitli dönemlerdeki toplumsal önceliklere bağlı olarak da bu gücü elinde bulunduranların sorumluluklarının önceliği de değişime uğramıştır. Sosyal sorumluluğu kimin yerine getirdiği, kim veya kimler için yerine getirdiği, neden yerine getirdiği ve sosyal sorumluluk kavramı adı altında hangi faaliyetlerin gerçekleştirildiği geçmişten günümüze çeşitli dönemler boyunca siyasi, sosyal, ekonomik ve tarihsel değişkenlere bağlı olarak değişim göstermiştir.

 

1.2. ABD ve BATI AVRUPA

1.2.1. “Sosyal” Sorumluluk Dönemi

Tarihsel olarak merkantilizm ile son bulan  bu dönem kendi içinde de ilk çağ ve ortaçağ olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.  Kurumların değil tamamen kişilerin söz sahibi olduğu İlkçağ’da yaratılan artı değerin nasıl paylaştırılacağı, dolayısıyla da sosyal refahın nasıl sağlanacağının belirlenmesi görevi, askeri güçle birlikte ellerinde çoğu kez dini gücü de bulunduran hükümdarların elindeydi.  Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin hepsine sahip olan bu kişiler ekonomik, sosyal, kültürel vd. tüm alanlarda mutlak güce sahiptiler.  Böyle büyük bir güce sahip oldukları için de toplumun çıkarı, ihtiyaçları ve sorunları söz konusu olduğunda tek muhatap da kendileriydi.  Bu yüzden de gerek dini, gerek askeri ve gerekse sosyal yükümlülüklerini yerine getirmek için büyük çaba harcayarak bir çok bina, su kanalı, eser, anıt yaptırmış ve toplumlarını ileriye götürme sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Böylece bu dönemde sosyal sorumluluk görevi, bu dönemdeki belirleyici gücü yani askeri gücü elinde tutan yöneticilerin insiyatifinde olmuştur.

 

Bu dönemin ikinci kısmına yani tek tanrılı dinlerin hakim olduğu Ortaçağ Avrupa’sına baktığımızda, karşımıza ilk çağdaki hükümdarların güç ve yetkilerine sahip olan mutlak otorite sahibi bir kurum çıkmaktadır: kilise. Ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi vd. tüm sorumluluk ve yetkiler ana belirleyici güç olan kilisenin üzerinde toplanıyordu. Dolayısıyla ticaret de tamamen kilisenin ve dini kuralların hakimiyeti altındaydı.  Var olan zanaata ve ticarete dayalı küçük ekonomik girişimler de yine ancak Tanrı’nın, Kilise’nin ve toplumun çıkarlarına hizmet etmek için vardılar.  Bu girişimlerin sosyal sorumlulukları hem kesin, hem açık hem de sorgulanamazdı.  Bu yüzden de tacirler arasında yoksulların eğitilmesi, yerel sanatçıların desteklenmesi, hastane ve yetimhanelerin yaptırılması gibi konularda finansal sorumlulukları üstlenmek çok yaygındı (Wood, 1990: 43).  Böylece var olan bu çok sınırlı  girişimler de sadece toplum yararına faaliyet göstermekteydi. Ticaret ve para, dolayısıyla da toplumsal değil, bireysel çıkarlar peşinde koşmak ahlak dışı ve günah olarak nitelendirilmekteydi.

 

1.2.2. “Kurumsal” Sorumluluk Dönemi

 

13.yy sonlarında merkantilizmle başlayan ve işletmelerin (kurumların) giderek kendi başlarına var olmaya başladıkları, güç kazandıkları bu dönemde işletmelerin temel sorumlulukları devletlerine daha fazla kâr getirmekti.  Ortaçağdaki güçlü feodal beylerin kendi ortak çıkarlarını daha iyi savunabilmek için bir monarşi altında birleşmesi ve daha zayıf olanların da güçlülerin himayesini istemesiyle bireysel toprak ağalarından oluşan ortaçağ sonrasında böylece “ulus devletler” ortaya çıkıyordu.  Hem diplomatik bir araç hem de devleti zenginleştirmede önemli bir kaldıraç olarak görülen ticaret bu dönemde hız kazanmıştı (Wood, 1990: 44). 

 

Diğer bir açıdan baktığımızdaysa bu dönemde Ortaçağ’daki Kilise’nin yerini kral veya kraliçeler ya da monarşik yönetim almıştı.   Devlet adamları emirleri vermekte ve en güçlü tacirler bile bu emirlere uymaktaydı. Bu uyum ise sıklıkla kendi çıkarlarını zedelemekteydi.  Bu kural ve emirlere uymayıp, ülkenin çıkarları pahasına kendi çıkarlarının peşinde koştuklarındaysa, sıklıkla hain olarak ilan edilip ölüm cezasına çarptırılmakta ve tüm mal varlıklarına el konulmaktaydı.  İşte işletmeler ve toplum/devlet arasındaki bu ilişki ve devletin ekonomi üzerindeki mutlak belirleyiciliği merkantalizmin temelini oluşturmaktaydı (Wood, 1990: 44).  

 

Böylece ticaret hızla ekonomik, siyasi ve sosyal hayata girmekteydi. Zenginliğin şeytanla eşdeğer olarak görüldüğü ortaçağdaki düşünce, kilisenin değer ve inançlar üzerindeki egemenliğini kaybetmesiyle değişmeye başlamıştı.  Protestan reformunun da bu değişimde rolü büyük olmuştur.  Reformcu John Calvin zenginliğin Tanrı’nın sevgi ve onayının ve o kişinin seçilmişliğinin bir göstergesi olduğunu ortaya koymuş ve bu görüş tacirlerin zenginlik peşinde koşmalarına karşı Ortaçağ’da olan düşmanlığın bırakılarak, endüstrileşme için gerekli olan büyük sermaye birikimlerinin önünü açmıştır (Wood, 1990: 46).

 

Böylece “kurumsal sorumluluk” döneminin bu ilk kısmında toplumsal gücü elinde bulunduran monarşik yönetim, toplum çıkarını gözetme görevini yerine getirmek için işletmeleri bir araç olarak kullanmaktaydı.  Bu yüzden de işletmelerin tek sorumluluğu ülkelerine karşı olan sorumluluklarıydı.  Bu dönemin ikinci kısmı olan ve tarihsel olarak da birinci kısmı takip eden endüstriyel dönemde merkantilist dönemdeki ekonomide devletin yoğun bir şekilde etkili olmasının olumsuz sonuçlarıyla tekrar karşılaşmamak için sanayi devrimiyle başlayan bu yeni süreçte ekonomide liberal politikalar, devlet müdahalesinin olmadığı, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler felsefesinin hakim olduğu”, üretim faktörlerinin kontrolünün tamamen üreticilerin insiyatiflerine bırakıldığı, bir çok uygulama bakımından merkantilist dönemin zıttı olarak düşünebileceğimiz bir liberal ekonomik sistem geçerlilik kazanıyordu.

 

Birinci kısımda devletin elinde olan toplumsal belirleyicilik ve güç bu kısımda giderek işletmelere ve bu işletmeleri elinde bulunduran ailelere geçmiştir. Mellon, Cadbury, Barclay, Morgan, Fry, Hanbury, Lloyd, DuPont, Rockefeller ve Carnegie gibi iş adamlarının güçlü birer sosyal ve politik kimlik haline gelmeleriyse yine bu dönemdedir (Pringle ve Thompson, 2000: 255-263). Bu durumsa tacirlerin geçmişteki gibi Tanrı’nın veya devletin hizmetkarları olmaları durumundan çok daha farklı bir durumdur.

 

Bu ikinci kısımda, özellikle Büyük Britanya’daki Viktorya Dönemi’nde, karşımıza “şirket kasabaları” (Pringle ve Thompson, 2000: 260)  çıkmakta ve bu dönemdeki sosyal sorumluluk anlayışını temsil etmektedir. Şirket kasabaları, sermayenin giderek şirketlerde toplanmaya başlaması ve oldukça zengin ailelerin  ortaya çıkmasıyla bu aile ve tacirler önderliğinde gerçekleşmiştir.  Bu aileleri gerek şirket kasabaları kurmaya iten gerekse zenginliklerini toplumla paylaşma yönünde güdüleyen nedenler arasında dini inançları büyük rol oynamıştır. 

 

Örnek olarak Cadbury kardeşlerin çalışanlarına karşı aydın tutumları öncelikle, yeni fabrikalarını Birmingham’ın sanayi merkezinde değil, kırsal alanda kurmaya karar vermeleriyle, yani fabrikanın kendisiyle başlamıştır.  Planlara ısıtılan soyunma odaları, bahçeler, havuzlar, geniş spor sahaları eklemişlerdir.  Daha sonra ise iş uygulamalarına geniş kapsamlı reform getirebilmek için önce işçilerin iskan koşullarını düzeltmek gerektiğini fark etmiş ve kendi işgücü için çekirdek bir Bahçe Şehir kurma idealiyle, 1895 yılında işyeri yakınında yaklaşık 515 dönüm arazi alarak konut inşa etmeye başlamıştır (Pringle ve Thompson, 2000: 262)

 

Bu ailelerden bir diğeri olan Andrew Carnegie 65 yaşında sahibi olduğu çelik işletmesini satarak yaşamının geri kalanını yardım ve bağış işlerine harcamıştır.  Böylece servetini çok sayıda kişisel bağış yaparak ve bir vakıf kurarak dağıtmaya girişen Carnegie’nin en önemli başarısı ücretsiz halk kütüphaneleri kurmak olmuştur (Pringle ve Thompson, 2000: 257). Bu dönemde bu kişiler tarafından toplum yararına gerçekleştirilen tüm bu faaliyetlerde ise “hayırseverlik” düşüncesi egemendir. Şirket kasabaları örneğinde de gördüğüz gibi bu dönemde şirketlerin sorumluluğu genel olarak toplumun yanında özellikle bir başka hedef kitleye daha yönelmiştir: çalışanlara. 

 

Feodal dönemde en önemli üretim faktörü olan emek, merkantilist dönemde sermayeye dönüşmeye başlamış ve endüstriyel dönemdeyse insan hareketliliğinin artması ve şirketlerin büyümesi sonucunda sermaye en önemli üretim faktörü olma özelliğini pekiştirirken, yüksek oranda ihtiyaç duyulan emek en önemli ikinci üretim faktörü olarak yerini almıştır.  Bu yüzden bu dönemde çalışanlara yönelik gerçekleştirilen kurumsal sorumluluk uygulamaları kazan-kazan ilkesi gereğince işletmeler açısından ekonomik bir anlam da taşımaktadır.  

 

Bu yüzden çalışanlara ve daha sonra da topluma yönelik yapılan bu sorumluluk uygulamalarında dini, ekonomik ve kişisel faktörler kadar toplumda oluşan rahatsızlık ve sorunlardan dolayı hissedilen suçluluk duygusunu dengeleme de önemli bir etken olmuştur. Ne var ki, farklı nedenlerle de olsa, özellikle çalışanlara yönelik bu sorumluluk anlayışı bu döneme özgü bir gelişme olarak kalmıştır. Çünkü yine bu yıllarda, çalışan hakları daha fazla verimlilik ve ekonomik büyüme adına çeşitli suistimallere uğramış, çocuk işçi çalıştırmanın en aşırı örneklerine ve kadın elemanların istismarına yol açan gelişmeleri doğurmuştur (Pringle ve Thompson, 2000: 261).

 

Adam Smith’in ortaya koyduğu gizli el yaklaşımı, ilk “sosyal sorumluluk” yaklaşımlarını şu şekilde özetlemektedir (Halıcı, 2001: 13): "kâr yap ve kanunlara uy." Bu yaklaşım benimsendiğinde her birey ve işletme sadece kendi çıkarlarına odaklanacak ve bu sayede ülke çıkarları da ileri gidecektir. Bu yaklaşıma göre işletmeler, yasal zorunluluklar doğrultusunda sadece kârlarını artırmaya ve ekonomik olarak büyümeye odaklanmışlardır. Daha fazla kar edebilmek ve büyüyebilmek için de o günlerde hemen hemen her endüstride var olan büyük talebi daha çok karşılayabilmek için gerek üretim kapasitelerini arttırmaya gerekse verimliliklerini yükseltmeye büyük önem vermişlerdir. Bu dönemin en temel özelliği olan rekabetin ya olmaması ya da çok az olması, ve özel sektöre tanınan özgürlük ortamı işletmelerin hızla büyümesinde büyük oranda belirleyici olmuştur. Önceki yıllarda şirket kasabaları vb. ile gerçekleştirilmeye çalışılan çalışan üretkenlik ve verimliliği ise, maliyetleri arttırdığı için terk edilmiştir. 1910’lu yıllardan sonra “bilimsel yönetim ilkelerinin” gündeme gelmesi ve geçerlilik kazanmasıyla, üretim kapasitelerinde ve verimlilikte büyük artışlar yaşanmıştır. Ne var ki bu gelişmeler çalışanların daha fazla ekonomik birer girdi olarak düşünülmesine yol açmış, böylece maliyetleri azaltıp, karları daha fazla arttırabilmek için çalışan hakları giderek daha geri plana itilmeye başlanmıştır.

 

1940’lı yıllarda gündeme gelen insan ilişkileri yaklaşımı; Hawthorne vb. araştırmaların etkileriyle çalışan motivasyonu ve çalışma şartlarının verimlilik üzerindeki etkileri kuramsal açıdan gündeme gelmiş olsa da bu bulgular işletmeler tarafından çok fazla değerlendirmeye alınmamış ve yaygınlık kazanmamıştır. Bu yüzden de şirket kasabalarından 1980’lı yıllara kadar işletmelerin tek kurumsal sorumluluğu, genel olarak ekonomik sorumlulukları olarak süregelmiş ve işletmeler hissedarlarına karşı sorumluluklarını daha fazla yerine getirebilmek için giderek,  aynı toplum içinde birlikte yaşadıkları diğer sosyal paydaşlarına yönelik sorumlulukları daha fazla ihmal etmişlerdir.     

 

Böylece bu dönemde geçmişte sırasıyla hükümdarların, kilisenin, monarşi ve ulus devletlerin boşalttığı sembolik gücün yerini bu dönemde işletmeler tekellerine almışlardır. İşletmelerin bu gücü büyük oranda yalnızca kendi çıkarları lehine kullanmaları ve bir çok toplumsal sorumluluklarını ihlal etmelerinde belirleyici olan; bu dönemdeki paradigma olmuştur.  Adam Smith’in görünmez el kuramı, reformist akımlar, faydacılık felsefesi, Calvinizm ve Protestan iş ahlakı ile sosyal Darwinizm akımlarının aynı potada eriyerek işletmelerin ekonomi ve topluma bakış açısını şekillendiren bu paradigma diğer yandan aynı zamanda kapitalizmin lokomotifi olmuştur. 

 

Yine böyle bir paradigma ve sadece ekonomik sorumluluklara odaklanma sonucunda, özellikle ABD hızla bir dünya gücü haline gelmiş ve günümüzdeki siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel gücüne kavuşmuştur. Günümüzde küresel ölçekte birer firma olan Coca-Cola(1886), Kodak(1888) Ford(1903), General Motors(1908), Boeing(1916), UPS(1907), Unilever(1890), P&G(1837), McDonalds(1950) gibi daha birçok şirket yine bu dönemde kurulmuş ve büyümüştür.

 

1.2.3. Kurumsal Sosyal Sorumluluk ve Küresel Sorumluluk Dönemi

 

Kurumsal sosyal sorumluluk kavramının bu kadar öne çıkması; tarihte ilk kez dünya nüfusunun büyük bir oranda demokrasi ile yönetilen ve serbest piyasa ekonomisine sahip ülkelerde yaşıyor olmasından ve ülke hatta dünya ekonomisine yön veren büyük şirketlerin varlığından kaynaklanmaktadır (Uysal, 2005).

 

Örneğin, Amerikan şirketi General Motors, Avrupa’nın refah seviyesi en yüksek ülkelerinden Avusturya’nın milli gelirine denk bir gelire sahip. Yine, Daewoo 91 bin çalışanıyla, 116 milyon nüfuslu Bangladeş’le aynı geliri elde etmektedir. Dünya ticaretinin önemli bir kısmını 359 şirketin elinde bulundurması, söz konusu işletmelerin faaliyet gösterdikleri alanlarda, özellikle de çevre kirliliği, yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, insan hakları gibi konularda en az devletler kadar sorumluluk alması gerektiğini gündeme getirmektedir (Uysal, 2005).

 

Kurumsal sosyal sorumluluk döneminin temelinde; sanayileşmenin kendi sorunlarını doğurmaya başladığı ilk yıllarından günümüze kadar hızla artan çevresel, sosyal, ekonomik, kültürel hatta siyasi sorunlar karşısında, resmi örgüt ve devletlerin yanısıra elinde bu sorunlarla baş edebilecek beşeri ve ekonomik kaynakları barındıran işletmeler ve sivil toplum kuruluşlarının (STK’ların) bu rolü devletle paylaşmaları yatmaktadır.  İşletmeler böylece, bu dönemde önceki dönemlerdeki sınırlı sorumluluklarını; öncelikle tüm toplumu, daha sonra da tüm dünyayı kapsayacak, toplumsal ve küresel gelişmeyi göz önünde bulunduracak şekilde genişletmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla bu dönemin en temel özelliği, işletmelerin sorumluluklarının boyutlarının değişmesi ve genişlemesidir (Yönet, 2005: 242).

 

Bu dönemde işletmelerin sahip olduğu gücün, uluslararası ve küresel pazarlama çabaları sonucunda uluslar üstü seviyeye çıkmasıyla tüm dünya aynı anda işletmelerin faaliyetlerinden gerek olumlu gerekse olumsuz yönde etkilenebilecek hale gelmiştir. Sanayi devriminin başlarından ortalarına kadar geçen ve günümüzün temellerinin atıldığı, serbest piyasa ekonomisine ve hissedarlara karşı sorumlulukların hep en ön planda olduğu önceki dönemlerde tüm belirleyicilik ve güç, özel şirketlerdeydi ve bu gücü sınırlayabilecek, denetleyebilecek bir başka güç yoktu.  Ancak sanayi kentlerinin oluşmasından itibaren ihtiyaç duyulan eğitimli insan kaynağını yetiştirmek üzere sürekli ve merkezi eğitime geçilmesiyle ve sürekli gelişen sosyo-kültürel ve ekonomik koşulların yardımıyla sivil toplum daha bilinçli ve eğitimli hale gelmekteydi.

 

1950’li yıllardan itibaren zenginlik, sanayi döneminin ilk başlarındaki gibi kişisel veya ailesel bir olgu olmaktan çıkarak, örgütsel bir olgu haline gelmiştir.  Kurumsal sahiplik; ailelerden gerçek veya tüzel kişilerden oluşan  hisse sahiplerine geçmiş, böylece üretim çıktıları, endüstriyel teknoloji ve sermaye üzerindeki kontrol de bireyler yerine dev işletmelerin eline geçmeye başlamıştır (Wood, 1990: 55).

 

20.yy’nin ortalarına doğru toplumsal zenginlik ve refah bireylerin kendilerinden veya ailelerinden kaynaklanan bir durum olmaktan ziyade örgütsel faaliyetler sonucunda gerçekleşen bir olgu haline gelmiştir. Şirketlerin sahipliği büyük oranda ailelerden hisse senetlerinin büyük bir kısmına sahip bireysel veya kurumsal yatırımcılara geçmiştir.  Oluşan dev şirketler, tek tek sahiplerinin çıkarları yerine, bir bütün olarak şirketin kullandığı teknolojisi, sermayesi ve üretiminin sonuçları ile ilgilenmeye başlamışlardır.  Bu durum da şirketlerin faaliyetlerinin yarattığı olumlu ve olumsuz sonuçların sorumluluğunu giderek daha fazla üstlenmelerini gerektirmiştir.

 

Amerika Birleşik Devletleri’nin eski başkanlarından John F. Kennedy de, 1961 yılında yaptığı bir konuşmada “Ülkenizin sizin için neler yapabileceğini sormayın. Şirketinizin ülkeniz için neler yapabileceğini sorun” diyerek Amerikan şirketlerini toplumsal konularda daha fazla sorumluluk almaya davet etmekteydi (Capital, 2005: 59).

 

Endüstriyel dönemle başlayan ve süreç içinde genişleyerek artan ekonomik faaliyetlere yönelik güven kaybı, kamuoyunun ekonomik faaliyetlere ve işletmelere yönelik olumlu izlenimlerinin azalmasına yol açarken, şirketlerin itibarı bu gelişmelerden olumsuz olarak etkilenmiştir. 1960 ve 1970’lerdeki toplumsal protesto hareketleri (insan hakları, savaş karşıtı, feminist, çevreci) bu güven eksikliğinden kaynaklandı ve geniş halk yığınları, işletmeler ve faaliyetleri konusunda açıklık ve daha fazla bilgi talep etmeye başladılar. Bu geniş toplum kesimlerinde, büyük toplumsal baskılar olmadıkça, ne hükümetlerin, ne de işletmelerin olumlu adımlar atmayacakları düşüncesi oluştu (Wood, 1990: 55).

 

Böylece 70’ler, toplumun firmalardan beklentilerinin şekillenmeye başladığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu durumun bir sonucu olarak gerek sivil toplum gerekse sayısı giderek artan sivil toplum örgütleri ve aynı zamanda tüketiciler işletmelerin karşısına toplumsal ve küresel sosyal sorumluluk gibi daha farklı taleplerle çıkmaya başladılar.  Böylece sivil toplum ve sivil toplum örgütleri toplumsal ve küresel sorumluluğunu yerine getirmeyen işletmelerin karşısında duran sürekli bir baskı grubu olarak hızla güç kazanıyordu.  Shell, Nike, McDonalds, BP, Nestle, Total-FinaElf, Bayer, Adidas, Triumph, Siemens, Chiquita örneklerinde de olduğu gibi küresel şirketler faaliyetleriyle insan haklarını ihlal ettikleri veya çevrenin tahrip edilmesine neden oldukları ithamlarıyla gerek küresel tüketiciler, gerekse küresel sivil toplum örgütleri tarafından şiddetli baskılar görmüşlerdir (Klaus ve Hans, 2003: 9-10).

 

Sanayi devriminden günümüze kadar gelen ekonomik sürece politik ortam açısından baktığımızdaysa, işletmeler güçlenip, devletlerin ekonomik yaşamdaki işlevleri sınırlandırılırken; devletler toplum üzerindeki kollayıcılık görevlerini, bir yandan yasal düzenlemelerle işletmeleri sosyal sorumlulukları konusunda aktif olmaya zorlayarak, diğer yandan da özendirici bir takım teşviklerle onları topluma artı değer sunmaya yönlendirerek yerine getirmektedir. Bu sayede de devletler yine temel amaç olan sosyal refah ve yaşam kalitesinin iyileştirilmesini sağlamaya çalışmaktadır (Yönet, 2005: 242).

 

Sistemin tıkandığı, ekonomik bunalımlar, savaşlar ve felaketlerin yaşanmaya başlandığı çalkantılı dönemlerde ise toplumsal refahın yeniden sağlanması görevi devlet tarafından yerine getirilmeye çalışılmaktadır. Böylece bu durumlarda uygulanan çeşitli sosyal amaçlı programlarla himaye görevi kamu sektörüne geçmektedir. Devletlerin sosyal sorumluluklarını başarıyla üstlendikleri bu dönemlerde, özel sektörden sosyal sorumluluk kavramının geliştirici (proaktif) yönüne yönelik uygulamalar da azalmaktadır. (Pringle ve Thompson, 2000: 265-270).

 

Böylece özel sektörün toplumsal fayda görevini üstlenmesi genel olarak şu 2 temel durumda olmaktadır (Pringle ve Thompson, 2000: 265-270):

 

1)           Kapitalist gelişmenin hızlandığı, şaha kalktığı dönemlerde planlı olarak devletlerin temel bazı görevleri dışındaki görevlerini özel sektöre devrederek planlı olarak küçülmesi sonucunda devlet müdahaleleri en aza indirilince toplumdaki gelir dağılımında açılan makası kapatabilmek için himaye görevi özel sektör ve işletmeler tarafından yerine getirilmektedir.

 

2)           Hükümetlerin veya ülkelerin bu işlevlerini tamamen yerine getiremedikleri veya getirmedikleri zamanlarda KSS görevini yine özel sektör üstlenmektedir.

 

Bu bakış açısıyla bu dönem de kendi içinde başlıca iki alt dönem halinde incelenebilir: “Kurumsal sosyal sorumluluk” ve “kurumsal küresel sorumluluk” dönemi.  Bu iki alt dönem arasındaki farklılık küreselleşmenin, dolayısıyla da kültürler, ekonomiler ve markalar arası etkileşimin sahip olduğu boyut ve ivmeden kaynaklanmaktadır. Temel sorunlar aynı veya çok benzer olmakla birlikte, kurumsal sosyal sorumluluk döneminde güçleri ulusal ölçekte olan firmalar sadece kendi ülkeleri, toplumları veya bölgeleri dahilindeki sorunlara yönelik sorumluluk üstlenirlerken; kurumsal küresel sorumluluk dönemindeyse ölçek, kazanç ve dolayısıyla da güçleri artan ve küresel alanda faaliyet göstermeye başlayan firmaların sorumluluğu da küresel yönde genişlemiştir. Üstelik sadece çalışanları değil, ilgili oldukları bütün paydaşlar nezdinde de ne denli önemli bir rol üstlendiklerini giderek daha fazla anlamışlardır.

 

Bu konudaki en güncel ve en somut adımlardan biri de Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’dir. 120’nin üzerinde ülkeden 5000 paydaşı ile dünyanın gönüllülük esasına dayalı en büyük kurumsal vatandaşlık girişimi olan Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi, insan hakları, işgücü, çevre ve yolsuzlukla mücadele alanlarındaki on evrensel ilkeyi daha iyi bir konuma ulaştırmak amacıyla işletmeleri BM kurumları, işgücü, sivil toplum ve hükümetlerle bir araya getirmektedir. Böylece ortak hareketten doğan güç ile bu on ilkeyi dünya genelindeki iş etkinliklerinde temel uygulama haline getirmeyi ve Birleşmiş Milletler’in daha geniş çaplı hedeflerine destek olacak şekilde eylemleri hızlandırmayı amaçlamaktadır (Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi İlerleme Bildirimi, 2008: 2). Bu sözleşmeye imza atan işletmeler bu on ilkeye ilişkin ilerleme performanslarını hedef ve değerlendirmeleriyle birlikte her yıl raporlamakta; bu 10 ilkeye uyma sorumluluğunu gönüllü olarak üstlenmektedirler.  

 

Böylece bu dönemin en temel özelliği, günümüze doğru gelindikçe şirketlerin ilgilerinin  “kurumsal sorumluluk” döneminde olduğu gibi sadece hissedarlarına, çalışanlarına veya diğer belli sosyal (veya küresel) paydaşlarına değil, ilişki içinde oldukları veya kendilerine ilgi duyan bütün paydaşlara, tüm topluma/küreye yönelik olmaya başlamasıdır.

 

Bu gelişmelere bağlı olarak günümüzde kurumlarla/işletmelerle insanların birbirine bağlılığı giderek artmaktadır. Böyle olmakla birlikte KSS’nin gelişim süreci en başta kültürel özellikler nedeniyle ülkeler arası farklılık gösterebilmektedir. ABD ve Batı Avrupadaki sanayi devrimi sonrası oluşan paradigma; Japonya’daki toplum üzerindeki devletin belirleyiciliği ve ataerkillik; Türkiye de ise Osmanlı ve Anadolu kültüründeki “yardımlaşma geleneği”, KSS’ye farklı açılardan ve farklı gelişmeler sonucunda yaklaşılması sonucunu doğurmuştur. Yine de 1990’lardan itibaren KSS hemen hemen tüm coğrafyalarda gündeme oturan ve sonuçlarıyla toplumsal yaşama hızla giren bir kavram olmuştur.

1.3.JAPONYA

 

Kurumsal sosyal sorumluluğun Japonya’da yine 1990’lı yıllardan itibaren büyük önem kazanmasında rekabet ve ekonomik gelişmeler etkili olmuş olmakla birlikte daha önce bu kadar etkili olmamış olmasının temelindeki değişkenler batılı toplumlara göre farklılık göstermektedir (Wokutch, 1990: 60). Tarihsel olarak koruyucu ticaret politikaları, endüstriyel (ve devletsel) çıkarların tüketici (ve bireysel) çıkarları üzerindeki hakimiyetini ortaya koymaktadır. Ayrıca çevresel koşullar Japonya’da ABD ile karşılaştırıldığında çok daha durağan ve tahmin edilebilirdir. Bu da, kurumsal yatırımcılara daha rahat karar vermeleri konusunda olanak tanımaktadır. ABD’de önemli etkileri olmuş toplumsal hareketlerse; hızlı ekonomik gelişme dönemindeki felaketlere tepki olarak gelişen çevreci hareketler dışında, Japonya’da ortaya çıkmamıştır ve bu çevreci hareketler de ulusal bir çevreci hareket boyutuna taşınmamıştır. Bunun dışında feminist, tüketici veya azınlık hareketleri de Japonya’da yeterince etkinlik kazanmamıştır. Bu durumda devletin toplum, ekonomi ve siyaset üzerindeki belirleyiciliği etkili olmuştur (Wokutch, 1990: 61).

 

Japonya’daki yerel belediyelerin maddi olanaksızlıklar üzerinden gerçekleştiremedikleri hastane, spor salonları, konutlar, yollar gibi çalışanların refahına yönelik uygulama ve hizmetlerin (batıdaki şirket kasabaları örneği), geleneksel olarak Japon Şirketleri tarafından üstlenilmesi de şirketlerin yerel belediyelerle etkileşime geçme ihtiyaç ve olanağını azaltmıştır (Wokutch, 1990: 61). Ayrıca kurumsal paydaşlar ve genel kamuoyunda yüksek bir itibara sahip olmanın geleneksel bir yolu olan hayırseverlik, Japonya’da bu kurumsal paydaşların kurumsal sürdürülebilirlik üzerinde düşük bir tehdit potansiyeline sahip olmaları nedeniyle, görece daha az gereklidir (Wokutch, 1990: 62).

 

Tarihsel olarak 1990’lara kadar Japon endüstrisi, kurumsal sosyal performansla çok az ilgilenmiştir. Bu durumun oluşumunda büyük ölçüde; gerek işletmeler ve gerekse Japon halkı tarafından benimsenmiş olan: “bir işletmenin; ekonomik performansı iyi olduğu sürece, topluma (halka) karşı sorumluluklarını tamamen yerine getirmiş olacağı” düşüncesi etkili olmaktaydı. Bu düşünce de, Japon endüstrisi ile Japon devleti arasındaki farklı çıkarlara değil de, aynı amaçlara dayalı ortak yaşama (sembiyoz) dayalı bir ilişkinin olduğu inancıyla desteklenmektedir (Lewin vd., 1995: 83).

 

Yine bu süreçte Japonya’da (bu kez de işletme ve çalışanları arasındaki doğal sembiyotik ilişki sonucunu doğuran) aynı kültürel nedenlerden dolayı çalışanlara yönelik sorumluluklar, işletmeler tarafından yine geleneksel olarak göz önünde tutulmuştur. Bu durum da, özellikle 1980’li yıllardan itibaren Japon işletmelerinin; başta ABD olmak üzere batılı ülkelerde, kendilerine büyük pazar payları kapmalarında ve küresel ölçekte büyük başarılar sağlamalarında, Japonya’daki devlet-işletme işbirliği kadar etkili bir rol oynamıştır.  

 

Böylece tarihsel olarak devlet toplumun babası olma görevini üstlenirken, işletmeler de çalışanlarının hamiliğini üstlenmişlerdir (Wokutch, 1990: 61). Böylece 1990’lı yıllara kadar genel olarak Japon işletmeleri hissedarlarına (ve dolayısıyla devlete) ve çalışanlarına yönelik sorumluluklarını gözetmişlerdir. Bu durum da kurumsal sorumluluk olarak adlandırdığımız dönemin özellikleriyle örtüşmektedir.

 

Kurumsal sosyal sorumluluğun öne çıkmasındaysa; devletin toplumsal çıkarlar adına oynadığı rolün yanı sıra, yine batılı devletlerde de olduğu gibi, işletmelere karşı duyulmaya başlanan büyük güvensizlikler de oldukça etkili olmuştur (Taka, 1997: 1499).

 

Japonya’da iş etiğinin gelişimi kabaca beş dönem içinde gerçekleşmiştir (Taka, 1997: 1500): 1960’ların ortasına kadar olan dönem, 60’ların ortası-70’lerin ortası; 70’lerin 2.yarısı; 1980’ler ve 1990’lar. Morimoto, “Kurumsal Sosyal Sorumluluk Üzerine Çalışma” kitabında (Study on Corporate Social Responsibility, 1994) Meiji Restorasyonu ve özellikle de ikinci dünya savaşından 1960’ların ortalarına kadar geçen ve işletmelerin tamamen ekonomik büyümeye odaklandıkları dönemde işletmelerin sosyal sorumluluğu kavramının Japon şirketler tarafından ciddi olarak gözönüne alınmadığı ve bir çok düşünür ve iş dünyası liderinin bu tür sorumlulukların önemini vurgulamış olmasına rağmen, şirketlerin sosyal ve çevresel konulara duyarsız kaldıklarını belirtmektedir (Taka, 1997: 1500). Bu dönemde, bir işletme eğer komşularına bir zarar verirse, bir tazminat yerine geçmeyecek kadar  küçük bir miktar para ödeyerek tartışma kapanıyordu (mimaikin). Sosyal konuların gündeme girdiği 1960’ların ortaları ile 70’lerin ortalarını kapsayan dönemde, meydana gelen ve “dört büyük dava“ olarak bilinen çevresel felaketlere yönelik davalar (Minamata Hastalığı felaketi, davacıların lehine sonuçlanınca şirketlerin sosyal sorumlulukları tartışılmaya başlamış ve çevreci tepkiler yoğunlaşmıştır. Yapılan önemli yasal düzenlemelerin de ardından işletmeler sosyal sorumluluk konusuna daha samimi davranmaya başlamışlarsa da yine de sosyal sorumluluklar konusunda sistematik bir ilgi ve uygulama yerleşmemiştir (Taka, 1997: 1501).

 

Böylece işletmelerin karşına: Minamata feleketi gibi, yaşanan çevresel felaketlerden sonra oluşan; yerel ve ulusal çevreci baskı grupları ile yasal düzenlemeler çıkmıştır. 1970’lerin ikinci yarısındaysa şirketler ilgilerini tekrar yeniden yapılanmaya döndürmüş ve kurumsal sosyal sorumluluk anlayışı yine geri planda kalmıştır. 1973’ün sonlarında yaşanan petrol krizi hemen hemen bütün Japon endüstrilerinde, batılı endüstrilere oranla çok daha ağır hissedilmiştir. Bu durumda: Japon endüstrilerinin, dışarıdan ithal edilen petrole sıkı sıkıya bağlı olmaları etkili olmuştur. Bunun üzerine Japon şirketleri; yaşayabilmek için, sosyal sorumluluklarını yerine getirmekten vazgeçerek, şirket yapılarını rasyonelleştirme yollarına yönelmişlerdir (Taka, 1997: 1501).

 

Bu dönemde üst düzey devlet yöneticilerinin, yabancı işletmelerle ilgili olarak karıştıkları rüşvet skandalları da, daha çok politik yönüyle değerlendirildiği için, işletmeler üzerinde sosyal sorumlulukları yönünde bir geliştirme sağlayamamıştır. 1980’lerde yaşanan balon gibi büyüyen ekonomi ve gerek ülke içi gerekse ülke dışında kazanılan başarılar sonucunda bir rahatlama oluşmuş ve kazanılan başarıların sadece verimliliğe değil aynı zamanda tüm toplumla gerçekleştirilen mükemmel işbirliği ve aynı zamanda etik uygulama ve yönetimlerin bir sonucu olduğu kanısı hakim olmuştur. Bununla birlikte bu dönemdeki başarılar bir çok iş adamının düşündüğü gibi sadece etiğe uygun davranışların değil, o dönemde hızla bir kabarcık gibi büyüyen ekonomiye bağlı olarak kâr elde etmenin çok kolay olmasından da kaynaklanmaktadır (Taka, 1997: 1502).

 

İşletme etiğinin artık kalıcı ve yeni bir alan olarak yeniden doğduğu 1990’lardan itibarense başlıca iki tür gelişme olmuştur. Önceki dönemde büyük başarılar kazanan işletmelerden bazıları, yaptıkları kurumsal katkıları çok daha büyük ölçeklerde gerçekleştirmişlerdir. Bu olayda, ABD vd. ülkelerde başarı kazanan Japon firmalarının, bu pazarlarda KSS uygulamarının getirdiği başarıları görüp bunu, kendi ülkelerinde de uygulama istekleri de önemli derecede etkili olmuştur (Lewin vd., 1995: 83). Diğer yandan 1990’lardan sonra yaşanan ekonomik skandallar, ihalesel yolsuzluklar, kanuna aykırı politik yardımlar, haklı tüketicilere yönelik yapılan eksik tazminatlar, batık krediler ve finansal enstitülerin kötü yönetimi, tıbbi firmalar tarafından satılan HIV pozitif kanlar (Taka, 1997: 1502) vb. olaylar sonucunda medya ve üniversitelerin de baskısıyla oluşan kamuoyu ve kamuoyu baskısı sonucunda getirilen yeni düzenlemeler, gerçekleştirilen uluslararası konferanslar ile ulusal örgütlenme ve çalışmalar sonucunda Japon iş dünyası, iş etiğini hiç olmadığı kadar ciddiye almak zorunda kalmıştır (Taka, 1997: 1502).  Böylece KSS Japonya’da da, batıda olduğu gibi; gerek çevresel, gerek ekonomik, gerekse yasal bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.

 

1995 yılında Japonya’da toplam 218 olmak üzere, 65 küçük ölçekli (1000’den az işçi çalıştıran), 97 orta ölçekli (1000-5000 işçi çalıştıran) ve 56 büyük ölçekli (5000’den fazla işçi çalıştıran) firmayla posta yoluyla yapılan anket sonuçlarına göre: Japon firmaları, en önemli sosyal paydaşları/gündemleri arasında birinci sırada çalışanlarını (5 üzerinden 3,63 değerlendirme notuyla) görmektedirler. Bu da firma ve çalışanlar arasındaki karşılıklı bağlılığa dayanan Japon değerlerinden kaynaklanmaktadır. Sıralamada ikinci sırada ise, 3,33 değerlendirme notuyla hissedarlar gelmektedir ki, bu sonuç da ekonomik performansa dayalı geleneksel beklentilerle uyum içerisindedir. Bu sıralamayı daha sonra, ürün kalitesi ve güvenliği(3,2); tedarikçiler/müşteriler(3,14); toplumla ilişkiler(2.93); çevreyle olan ilişkiler(2,93); tüketiciler (2,89); rakipler(2,3); hayırseverlik (2,27); içsel ticaret(2,05); yabancı devletler (1,45) ve  Japon Devleti (1,4) izlemektedir. Bu sıralamadaki sosyal paydaşlarsa işletmenin iç çevresinden dış çevresine doğru sıralanmışlardır. Japon devletinin son sıralarda yer almasıysa; Japon işletmeleri ve devleti arasındaki ortaklığı ve devletin bir sosyal paydaş olarak değil de, belki bir ortak olarak görüldüğünü göstermektedir  (Lewin vd., 1995: 87)

 

Diğer yandan yine bu araştırmaya göre, kurumsal vatandaşlığın bir ilgi alanı olarak gündemlerinde sıklıkla görüşüldüğü şirketlere baktığımızda, yukarıdaki sosyal paydaşlara ilişkin sıralamanın değiştiğini görmekteyiz. Bu şirketlerde, çalışanlar, hissedarlar ve tedarikçiler/müşteriler gibi içsel sosyal paydaşlara  verilen önem azalmakta ve bu paydaşlar alt sıralarda yer almaktadır. Hayırseverlik, çevreyle olan ilişkiler ve toplumla olan ilişkiler gibi işletme dışı paydaşlara/gündeme atfedilen öneminse çok daha fazla olduğu görülmektedir. Bu durumda da, Japon işletmelerin KSS’ye olan ilgileri arttıkça, dışşal  paydaşlara ve daha soyut kazançlara yöneldikleri eğilimini ortaya koymaktadır (Lewin vd., 1995: 88).

 

Japonya’daki iş ahlâkına yönelik bu dönüşümün en güncel ve somut göstergelerinden biri de; işletme-toplum ilişkilerini niteleyen „kyosei“ kavramının doğuşudur. Japonca’da da anlamsal bir belirsizliğe ve farklı açıklamalara sahip olmakla birlikte, Japonca’daki „yaşama“ ve „birlikte“ karakterlerinden türeyen bu kavram, doğrudan çevrildiğinde yine ortakyaşam (sembiyoz) kavramına işaret etmektedir (Wokutch, 1999: 536; Lewin vd, 1995: 83).

 

Kyosei; çevrenin korunmasından, iş çevresinin insansılaştırılmasına, din, dil, ırk, cinsiyet, kültür vd. ayrımcılıkların engellenmesi ve daha geniş anlamda kurumların sosyal paydaşlarının kendileriyle ilgili beklenti ve çıkarlarına saygı göstermeleri gibi iş hayatına yönelik birçok uygulamada kendini göstermektedir (Wokutch, 1999: 537). Yine Wokutch’a göre:

 

“Bu şekilde ulusal düzeydeki uygulama alanlarının dışında, kyoseinin Japon şirketlerinin, uzun zamandır(haksız rekâbet iddialarıyla) çatışmalara neden olan (Kaku[1], n.d.), uluslararası alandaki ticaret politikaları ve etkinlikleri[2] ile de bağdaştırılmaktadır. Öyle ki, kyosei taraftarları Japon şirketleri ve bir bütün olarak Japon ekonomisinin uluslararası ticaret ortaklarıyla birlikte nasıl daha iyi çalışabileceklerini öğrenmesi gerektiğini savunmaktadır.”

 

Bu anlamda “kyosei”nin uluslararası işletme politikalarını da kapsayarak uygulama alanı bulması, batıda gelişen “kurumsal küresel sorumluluk” kavramıyla özdeşleştirilebilir.  Günümüzde de Japon işletmeleri küresel pazarlarda kurumsal sorumluluklarından doğabilecek fırsat ve tehditleri çok yakından takip etmektedirler (Lewin, 1995: 83).

 

Tüm bu süreci göz önünde bulundurduğumuzda Japonya’da Meiji Restorasyonu ve özellikle 2.Dünya Savaşına kadar geçen zaman içindeki sosyal politikaların “sosyal sorumluluk” dönemi şartlarıyla; bu dönemden 1990’lı yılların başına kadar geçen dönemde ise “kurumsal sorumluluk” döneminin özelliklerinin görüldüğünü ve 1990’dan sonraki dönemdeyse “kurumsal sosyal sorumluluk” dönemi özelliklerinin etkili olduğunu söyleyebiliriz.

 

 

1.4. OSMANLI DEVLETİ VE TÜRKİYE

İsmail Cem Osmanlı Devleti’nin üretim ve ticaretteki devletçilik anlayışını şu şekilde ortaya koymaktadır (Cem, 1998: 80):

Osmanlı yönetiminin ekonomik görevleri ona sosyal ve devletçi bir nitelik vermekteydi. Bu görevleri, devletin temel felsefesinin yanı sıra toplumun ekonomik gerekleri şekillendirmişti: imparatorluğun genişliği, ordunun ihtiyaçları, büyük şehirlerin iaşe zorlukları, ulaştırma araçlarının yetersizliği gibi nedenler kaynakların en akılcı şekilde kullanılmasını, düzenin saat gibi çalışmasını, dolayısıyla devletin ekonomiyi tek elden yönetmesini zorunlu kılıyordu.

Bu derece büyük ve karmaşık bir mekanizmanın işlemesinde, tabiatıyla, ferdiyetçiliğin ve özel teşebbüsün başıboşluğuna yer yoktu. Ferdin, elindeki ekonomik gücü gönlünce kullanabilmesi bu karmaşık düzeni bir anda yıkabilirdi. Gerekler imparatorluğun ayakta kalması için devletin ekonomiyi sıkıca elinde tutmasını, özel teşebbüs özgürlüğünü sınırlamasını zorunlu kılmaktaydı.”

Osmanlı dünya görüşünde bulduğumuz bir diğer değer demeti, “rekabet” ve “çatışma” yerine, “işbirliği” ve “dayanışma” değerlerine öncelik tanınmasıdır. Bu değerlerin hayata geçirildiği esnaf örgütleri -mahalle, köy veya cemaatlerde, askeri birliklerde, bürokraside- rekabet ve çatışma kötü, işbirliği ve dayanışma iyi sayılmış; birincilerden kaçma, ikincilere ulaşma ideal kabul edilmiştir. Bu genel eğilime uygun olarak, ekonomik alanda da rekabetten kaçınılmıştır. Fiyat, ücret, üretim alanlarında rekabetin en alt düzeye indirilmesi hedeflenmiş, grup içi dayanışma esas olarak belirlenmişti. Bu durumun bir sonucu olarak da (Cem, 1998: 114):

 

“Osmanlı dünya görüşünün, insan yapısının temel niteliği yine özet olarak “cemaatçilik” şeklinde belirmektedir. Ekonomik koşulların yanı sıra Kur'anın yorumu, tasavvuf ve gelenekler bu toplumu hem ekonomik hem sosyal anlamdaki “ferdiyetçilikten” uzak tutmuş, ona “cemaatçi bir özellik vermiştir.”

 

Ekonomik düzenle insan ve dünya görüşünün bu şekilde dengelenmesi Osmanlıların ileri bir uygarlık kurabilmelerinde ve çağın ölçüleriyle çok gelişmiş bir toplum yaratmalarında başlıca etken olmuştur. Sanayi devrimi öncesinde var olan tarıma dayalı ekonomi ve tarım toplumunda; kurduğu Tımar sistemine, eşitliğe, adalete ve hoşgörüye dayalı devlet sistemiyle Osmanlı, çağdaşı diğer toplumlara kıyasla çok farklı ve ileri bir sistem oluşturmuş, batılı devletlerin sanayi devriminden sonra elde ettiği üstünlüğü, o çağda ve uzun süre diğer toplumlara karşı elde etmiştir. Bu sayede bu kadar başarılı olabilmiş ve uzun süre ayakta kalabilmiştir. Ne var ki yine bu sistem Osmanlı'da girişimciliğin ortaya çıkmasını ve özel mülkiyetin yoğunlaşmasını engellemiş, bireyciliği göz ardı etmiştir. Sistem kendi icinde ve önceki dünya düzeniyle mükemmel olarak işlemiş, fakat bu sistem, sanayi devrimiyle ortaya çıkan sistemle yarışamamıştır.

 

Osmanlı Devleti’nde sosyal sorumlulukları, başka bir deyişle toplumsal ihtiyaç ve beklentileri karşılama ve yerine getirme görevi, otoriteyi tek başına elinde bulunduran devlet tarafından üstlenilmiştir. Devlet otorite açısından çok güçlü olsa da, kamu hizmetlerinin yaygın, yeterli ve kaliteli bir şekilde karşılanmasında: idari yapının özelliğinden kaynaklanan sınırlamalardan kurtulmak ve bu amaçla gerçekleştirilecek faaliyetlerde yaşanabilecek çeşitli kaynak sorunlarını aşmak ve kolaylaştırmak amacıyla, kamu yöneticileri,varlıklı kişiler ve hepsinden önemlisi “ vakıf anlayışından “ yararlanma yoluna gitmiştir. Osmanlı toplumunun geleneklerinde köklü bir yeri olan ve özünde “ yardımlaşma duygusu ve amacı “ bulunan vakıf kurumunun yaygınlaşması ve sağlıklı bir şekilde işleyerek devamlılığının sağlanması amacıyla düzenlemeler yapılmış ve önlemler alınmıştır. Böylece imparatorluğun çok geniş bir alana yayılmış olması nedeniyle bütçe olanaklarının zorlandığı durumlarda kamu hizmetlerinin en azından bir kısmının karşılanması ve toplumsal ihtiyaçların giderilmesi konusunda vakıflardan yararlanma yoluna gidilmiştir.    

 

Böylece devlet, elinde bulundurduğu bu gücü gerek kendisine doğrudan bağlı olan, gerekse kamu vicdanından doğan diğer kurumlarla paylaşma ve onlar aracılığıyla yerine getirme yollarından da yararlanmıştır. Buradan hareketle Osmanlı Devleti’ndeki sosyal politika ve uygulamaların “sosyal sorumluluk dönemi”nin özellikleriyle büyük ölçüde örtüştüğü söylenebilir.

 

Şerif Mardin, “Sivil toplumun (şehir adabı) şehir hayatının beraberinde getirdiği hakları ve yükümlülükleri ifade ettiğini belirtmektedir. Diğer bir deyişle devlet dışındaki hayatın akışının garanti altına alınmasıdır (bir özerklik). Çağdaş sivil toplum kavramı siyasi güçlerin sultasından kurtulma, kamu hayatının gerekli bir özelliği olarak ele alınmakta ve sivil toplum geleneği, devlete karşı protesto edebilme geleneği” olarak değerlendirilmektedir. Bu düşünceye göre Türkiye’de toplumsal dayanakları olmayan sivil toplumun bu gibi niteliklerinin bizde eksik kaldığı söylenebilir. Bu anlamda Osmanlı toplumunda siyasal toplum, sivil toplumun da işlevini üstlenmiştir (Şeker, 2004). Aziz Şeker aynı başlıklı makalesinde şöyle devam etmektedir:

 

“Monarjik/teokratik-merkeziyetçi/geleneksel ve dinsel düşünceyi toplumsal yaşamın tüm katmanlarına yedirmiş olan ‘sultanizm’ ile idare edilen Osmanlı İmparatorluğu’nda, vakıf kültürü-ahilik ve lonca teşkilatlanması-tarikat unsurları Osmanlı sosyo-ekonomik sisteminin yeniden üretimini sağladığı, mevcut durumu koruduğu için sivil toplum kavramına atfedilen değerleri gösterememektedirler”.

 

Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarından itibaren atılan çağdaşlaşma adımları ile birlikte sivil toplumun da giderek güçlenmeye başladığını görmekteyiz. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren güçlenmeye başlayan özel sektör ve sivil girişimlerle ise Türkiye’de  1980’lere kadar sürecek olan “kurumsal sorumluluk” dönemi başlamaktaydı. Ülkemizdeki bu dönem bir çok özelliği itibariyle batıdaki merkantalizm dönemiyle paralellik göstermektedir. Ülkemizde bu dönemde kapalı ekonominin ağırlıkta olduğu bir serbest pazar ekonomisi politikası izlenmiş ve işletmeler yine bu dönemdeki gibi devletsel çıkarları ağırlıklı olarak gözetmişlerdir. Dolayısıyla devlet politikaları bu dönemde işletmeler üzerinde tamamen olmasa da belirleyici olmuştur.

 

Yine Bu dönemde toplumsal ihtiyaçların yerine getirilmesi görevi yine devlette olmakla birlikte batılı toplumlarda sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren ortaya çıkan güçlü aile şirketlerine paralel olarak gelişen, şirket kasabaları, şirket vakıfları ve bu aileler tarafından toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik “hayırsever”lik amacıyla gerçekleştirilen faaliyetlerin neredeyse aynılarını ülkemizde de görmeye başlamaktayız. Bu anlamda Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkmış olmakla birlikte Cumhuriyetle birlikte güç kazanan özel şirketler de devletin topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmesinde yerel, sınırlı veya bölgesel de olsa ikinci bir güç olarak yerlerini almışlardır.

 

Vehbi Koç, “bu memlekette varlık sahibi olan vatandaşların, bilhassa iş adamlarının kendi işlerinden başka memleketin sosyal meseleleri ile meşgul olmaları lazım geldiğine inanıyorum” diyerek 1969 yılında Vehbi Koç Vakfı’nı kurmuştur. Böylece hayır işi yapmanın ötesine geçerek bu alanda kurumsallaşmanın ilk adımını atmıştır. Sabancı Holding’in kurucusu Hacı Ömer Sabancı, “bu toprağın bize verdiklerini bu toprağa geri vermek” felsefesini benimseyerek “hayır işleri” yapmıştır. Onun bu ilkesi ışığında oğulları da Türkiye’nin sosyal ve kültürel gelişimine katkıda bulunmak hedefiyle 1974’te Vaksa’yı kurmuştur (Capital, 2005: 60). Yine gerçekleştirilen bu faaliyetlerin nitelik ve amacını Vehbi Koç, “Hayır hasenatın reklamı olmaz.” sözüyle çok net olarak ortaya koymaktadır (Saydam, 2005). Böylece bu dönem dahilinde işletmelerin topluma yönelik yürüttükleri sosyal politikalarda “hayırseverlik” hep ön planda olmuştur.

 

Daha çok Osmanlı Kültüründen devraldığı kültürel mirasın etkilerini üzerinde barındıran Türkiye’nin, bu dönemindeki sosyal performansa dayalı faaliyetlerinde, toplumculuk ve doğulu olarak nitelendirebileceğimiz değerler etkili olmuştur. 1980’lerden itibarense, serbest piyasa ekonomisine ağırlık kazandırılmasıyla; önceki değerler terk edilmemiş; siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel uygulamalarda  farklılıklar gözlenmeye başlamıştır. Sosyal politikalarda ise; batılı toplumlara özgü değerlerin ağırlığı artmaya başlamış ve sosyal politikalar yeni bir boyut kazanmıştır. 1923-1980 arası dönemse böylece bir geçiş dönemi olarak düşünülebilir.

 

Geert Hofstede’nin 1980 yılında yayınladığı 40 ülkeyi kapsayan araştırması eleştirilebilmekle beraber 1980’den sonra serbest ekonomiye hızlı bir geçiş yapan ve batılı toplum ve değerlere daha da yakınlaşan Türkiye’nin 1980 yılı itibariyle sahip olduğu kültürel değerleri bir ölçüde de ortaya koyması bakımından önemlidir. Elde edilen sonuçlara göre (Aktaş, http://www.humanresourcesfocus.com/proje5.asp) Türkiye, sahip olduğu kültürel değerler açısından; bireycilik(batı)-toplulukçuluk(doğu), güç aralığı, belirsizlikten kaçınma ve erkeksilik(batı)-kadınsılık(doğu) boyutları söz konusu olduğunda, sırasıyla 28., 18., 16. ve son olarak da 30. sırada gelmiştir. Bu boyutlar söz konusu olduğunda doğulu toplumlarsa ağırlıklı olarak 40., 1., 1. ve 40. sıralara yakın sıralamalarda toplanmışlardır. Böylece Türkiye’nin doğulu toplumların ağırlıklı olarak yer aldığı tarafa - tam orta değerden (20.sıra) çok uzak olmamakla birlikte- biraz daha yakın olduğu gözlemlenmiştir. Bu araştırma Osmanlı Devleti’nden 1980’lerin başına doğru ülkemizde ülkemizdeki batılı değerlere yönelik yakınlaşmanın izlerini göstermesi açısından oldukça önemlidir.

 

Seçil Taştan’ın da “Kültürel Farkların Liderlik Davranışı Üzerine Etkileri” başlıklı internet makalesinde belirttiği gibi:

 

“Kanungo ve Zeynep Aycan’ın (1997[3]) Türkiye’nin de içinde bulunduğu, toplam yedi ülkede (Kanada, ABD, Romanya, Türkiye, Çin, Pakistan ve Hindistan) 1606 katılımcıyla gerçekleştirdikleri bir araştırmada ele alınan kültür boyutları arasında güç aralığı, bireyin üyesi olduğu topluluğa karşı bağlılığı (loyalty towards community; bireycilik-toplulukçuluk boyutunun en önemli göstergelerinden biri), kadercilik ve pederşahilik (paternalism) bulunmaktadır. Türkiye toplam 287 katılımcının cevapladığı ankete göre pederşahi bir yapı göstermiştir ve topluluğa bağlılığın önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Güç aralığı ve kadercilikte ise Türkiye, batılı ülkelerden ciddi bir fark göstermemiştir.”

 

 Taştan’ın makalesinde değindiği gibi, bu da bize Hofstede’nin araştırmasını yayınladığı 1980’li yıllardan sonra kültürümüzde batılı değerlerin lehine yaşanan faklılıklara işaret etmesi açısından önem taşımaktadır.

 

Böylece 1980’lerden sonra, Türkiye’de “kurumsal sosyal sorumluluk” döneminin başladığı düşünülebilir. Bu dönemden itibaren ağırlıklı olarak batıya yönelen ülkemizde, sanayileşmenin, özel girişimlerin, ithalatın, özelleştirmelerin ve yabancı sermaye girişinin artmasıyla özel sektör hızla büyümeye ve güç kazanmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin sonucunda da özel şirketler sahip oldukları bu gücü özellikle 1990’lardan itibaren gerek stratejik gerekse stratejik olmayan amaçlarla tüm toplum lehine kullanmaya yönelmişlerdir. Bu kampanyaların güncel örnekleri arasında (http://www.kurumsalsosyal.com/); Roche, Mavi Bisiklet (2006), Türk Telekom, Her ilçeye İnternet Evi (2007+), Tansaş, Küresel Isınma İçin Çözüm Siz Olun (2006+), Aksigorta, YADEM (Yangın ve Deprem Eğitim Merkezi) (1996+), Memorial Hastaneleri, Kalbimi Seviyorum, Fastfood Yemiyorum (2006+), Soyak, Geleceğe Bir Damla Sakla (2007+), Mercedes Benz, Her Kızımız Bir Yıldız (2004+), Renault ve Total, Sokakta İlk Adımlar Yol Güvenliği Eğitim Projesi (2002+), Off, Kanınızı Sivrisineklere Değil, Kızılay’a Bağışlayın. (2006+), Aygaz, Ayışığı (Sağlık ocaklarının aşı odalarının yenilenmesi) (2006+) sayılabilir.

 

Ülkemizde bu konuda yaşanan son gelişmelerden birisi de Şubat 2005’te bir grup genç profesyonel tarafından Ankara’da kurulan Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği (KSSD)’dir. Sosyal sorumluluk bilincini yerel ve ulusal düzeyde yaymayı hedefleyen dernek ve sosyal sorumluluk kültürüne ait değerleri güncelleştirip çağın şartlarına uygun hale getirmek amaçlarıyla gerçekleştirilen bu girişim, şirketlerin sosyal sorumluluk alması yönünde atılan ilk somut adımdır (Uysal, 2005).

 

Böylece uzunca bir süre (Osmanlı Devleti’nin dağılışına kadar) Japonya’daki sosyal politika ve iş etiğinin gelişimiyle paralellik gösteren ülkemiz sosyal politikaları ve iş etiği, 1923’lerden ve özellikle de 1980’den itibaren sanayileşmenin başlamasıyla giderek ABD’deki sosyal politika ve iş etiğinin gelişimiyle paralellik göstermeye başlamıştır.

 

 DÖNEM

ÜLKE

TARİHSEL DÖNEM

TOPLUMSAL GÜCÜ ELİNDE BULUNDURAN

TOPLUMSAL SORUMLULUĞU YERİNE GETİREN

TOPLUMSAL ÖNCELİK

İŞLETMESEL  ÖNCELİK

SORUMLULUKSAL ÖNCELİK

NASIL

SOSYAL  SORUMLULUK

ABD-AVRUPA

1300 öncesi

Kral-Kilise

Kral-Kilise

Din

-

Askeri-Dini

Vergiler

JAPONYA

1886 öncesi

İmparator

Devlet

Devlet

-

Devlet/Klan

Vergiler 

TÜRKİYE

1100-1923

Padişah

Devlet

Devlet

-

Devlet

Vergiler 

KURUMSAL SORUMLULUK

ABD-AVRUPA

1300-1990

Devlet+işletmeler

Devlet/İşletmeler

Ekonomi

kâr

hissedarlar

hayırseverlik

JAPONYA

1886-1990

Devlet

Devlet/İşletmeler

Ekonomi

kâr

hissedarlar

hayırseverlik

TÜRKİYE

1923-1990

Devlet

Devlet/İşletmeler

Ekonomi

kâr

hissedarlar

hayırseverlik

KURUMSAL  SOSYAL SORUMLULUK

ABD-AVRUPA

1990+

İşletmeler

İşletmeler

çevre

süreklilik itibar

sosyal paydaşlar

hayırseverlik+ strateji

JAPONYA

1990+

Devlet+işletmeler

İşletmeler/devlet

Ekonomi/çevre

süreklilik itibar

sosyal paydaşlar

hayırseverlik+ strateji

TÜRKİYE

1990+

Devlet+işletmeler

İşletmeler/devlet

Ekonomi/çevre

süreklilik itibar

sosyal paydaşlar

hayırseverlik+ strateji

KURUMSAL

KÜRESEL

SORUMLULUK

ABD-AVRUPA

2000+

İşletmeler+ bireyler

Bireyler+işletmeler

Çevre

süreklilik

küresel paydaşlar

strateji+hayırseverlik

JAPONYA

2000+

İşletmeler+devlet

İşletmeler+bireyler

Çevre

süreklilik

küresel paydaşlar

strateji+hayırseverlik

TÜRKİYE

2000+

İşletmeler+devlet

İşletmeler+bireyler

Çevre

süreklilik

küresel paydaşlar

strateji+hayırseverlik

 

 

Tablo1: Kurumsal sosyal sorumluluk kavramının incelenen dönemlerdeki gelişim süreci.

 

2. SONUÇ

Günümüzde, John A. Koten’ın da belirttiği gibi kurumsal yardımlar sadece iyi kurumsal vatandaşlık görevlerinin yerine getirilmesini sağlayan ve dolayısıyla toplumlara fayda sunan birer araç olarak görülmeyip aynı zamanda giderek artan bir oranda kârlılığın artmasına yardımcı olan bir kaldıraç olarak görülmektedir.  Çünkü artık birçok firma için sahip oldukları itibarın niteliği rekabetçi bir üstünlük kazanabilmelerinde en büyük etkenlerden biridir (Caywood, 1997: 149).

Kurumsal sosyal sorumluluk kavramının evrimi boyunca, yukarıda kategorileştirilmeye çalışılan dönemler dâhilinde değişen; toplumsal gücü elinde bulunduran ve yerine getiren taraflar ile toplumsal, işletmesel ve sorumluluksal öncelikler olmuştur. Benzer şekilde sosyal çıkarları düşünme yükümlülüğü de kişilerden kurumlara doğru bir yön izlemiştir.

 

Böylece kurumsal sosyal sorumluluk olarak 1990’larda ortaya çıkan ve ilk başlarda hayırseverlik özelliklerinden bütünüyle sıyrılmamış olsa da zamanla özellikle 1995 ve 2000’li yıllardan itibaren stratejik bir kimlik kazanan bu uygulamalarda “kurumlar” ön planda olmuşlardır. Bu yüzden de KSS yeni bir kavram olmakla birlikte kurumsal sorumluluk ve sosyal sorumluluk yeni birer kavram değil fakat birbirlerinin tarihsel süreç içerisinde devamı niteliğindedir. Yine bu kategoriler dahilinde bir sonraki döneme geçilirken, önceki dönemdeki sosyal politika öncelikleri veya bu politikanın yerine getiriliş şekillerinin tamamen ve birden ortadan kalkmadığı, varlığını azalarak sürdürmeye devam ettiği düşünülebilir.

 

Örgütler “birey”lerden oluşur. Bu anlamda işletmelerin en büyük sermayesi sahip oldukları insan kaynağı ve zihinsel sermayeleridir. İşletmeler özelinde tüm örgütler (hatta bir ileri boyutta ülkeler) aslında belirli amaçları yerine getirmek üzere bir araya gelmiş bireylerdir. Tüzel kişiliklerinin yanında bu sayede kendilerini oluşturan insanların ortak paydaları sonucunda birer kurumsal kimliğe sahip olurlar. Bu yüzden de tüm işletmeler çevresinde var olanları değiştirebilmek (Yönet, 1984: 121); içinde var oldukları sosyal (küresel) ve ekonomik sistemin aynı zamanda bir öznesi (Gürgen, 2008) de olabilmek için en küçük yapı taşları olan “birey”lerin içinden yetiştiği sivil topluma büyük ihtiyaç duyarlar.

 

Kentlileşme ve uygarlaşma temelinde gelişen (Bayhan, 2002: 10) sivil toplum; özel sektör, tüketicilerin sosyal sorumluluğu, kurumsal sosyal sorumluluk, demokrasi ve küresel sürdürülebilirlik için de temel gerek şartlardan biridir. Bu anlamda kurumsal sosyal sorumluluk kavramının “sosyal sorumluluk” anlayışından başlayan ve halen devam etmekte olan evrim sürecinin de, toplumların “sivilleşme” ve buna benzer şekilde işletmelerin “kurumsallaşma” süreçleriyle paralel ilerlediği düşünülebilir.  Bu bağlamda,  kurumsal sosyal (hatta küresel) sorumluluk,  acaba bir kurumsal sosyal (küresel )  zorunluluk mudur?

 

KAYNAKLAR

Bayhan, Vehbi. (2002). Demokrasi ve Sivil Toplum Örgütlerinin Engelleri: Patronaj ve Nepotizm. Cumhuriyet Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, 26 (1), 1-13.

Caywood, Clarke L. (1997). The Handbook of Strategic Public Relations and Integrated Communications. McGraw-Hill Publications.

Cem, İsmail. (1998). Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi. (13.Basım). İstanbul: Can Yayınları.

Gürgen, Haluk. (2 Şubat 2008). Hayatın Öznesi Olmak. İşte İnsan / İş Dünyası ve Yönetim Gazetesi, http://www.isteinsan.com.tr/kar106-20080203.html, (30.06.2008).

Halıcı, Ali. (2001). İşletmelerde sosyal sorumluluk stratejileri: Çanakkale İlinde Bir Araştırma. Celal Bayar Üniversitesi, İ.İ.B.F Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 7 (1), 11–26.

Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği, http://www.kssd.org/, (30.06.2008)

Klaus, Werner ve Hans Weiss. (2003). Markaların Kara Kitabı. İstanbul: MediaCat Kitapları.

Lewin, Arie L., Sakano, Tomoaki., Stephens, Carroll U. ve Victor, Bart. (1995). Corporate Citizenship in Japan: Survey Results From Japanese Firms. Journal Of Business Ethics,  14 (2), 83-101.

Pringle, Hamish ve Thompson, Marjorie. (2000). Marka Ruhu:Sosyal sorumluluk kampanyaları ile marka yaratmak. (Çev. Yelçe Z. ve Feyyat C.). İstanbul: Scala Yayıncılık.

Saydam, Ali. (2005). “Turkcell’in Kardelenleri’nden Öğrenmek Lazım”. Marketing Türkiye, http://www.marketingturkiye.com/BilgiBankasi/Detay/?no=290, (30.06.2008)

Şeker, Aziz. (2004). http://www.sosyalhizmetuzmani.org/deprem2.htm, (30.06.2008).

Taka, Iwao. (1994). Business Ethics: A Japanese View. Business Ethics Quarterly, 4 (1), 53–78.

Taka, Iwao. (1997). Business Ethics In Japan. Journal Of Business Ethics, 16 (14), s.1499-1509.

Taştan, Seçil. Kültürel Farkların Liderlik Davranışı Üzerine Etkileri http://www.humanresourcesfocus.com/proje5_1.asp. (22.06.2008)

Taştan, Seçil. Kültürlerarası Farklılıklar, Yönetim ve İnsan Kaynakları Yönetimine Etkisi. http://www.humanresourcesfocus.com/proje5.asp (22.06.2008).

Türkiye Kalite Derneği. (2008). Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi İlerleme Bildirimi (COP) Konusunda Pratik Rehber. İstanbul: Mavi Tanıtım ve İletişim, http://www.unglobalcompact.org/docs/networks_around_world_doc/Network_material/COP_guide_turkish.pdf. (29 Haziran 2008)

Uysal, Selçuk. (2005). ‘Devlet baba’nın yerine ‘şirket baba’. Aksiyon Haftalık Haber Dergisi, http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=20541, (30.06.2008).

Wood, Donna J. (1990). Business and Society. New York: Harper Collins.

Wokutch, Richard. E. (1990). Corporate Social Responsibility Japanese Style. Academy of Management Executive, 4 (2), 56-75.

Wokutch, Richard E. ve Shepard, Jon M. (1999). The maturing of the Japanese Economy: Corporate Social Responsibility Implications. Business Ethics Quarterly, 9 ( 3), 527-540.

Yönet, Ender. (2005). Kurumsal Sosyal Sorumluluk Anlayışında Son Dönemeç: Stratejik Sorumluluk. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (13), 239-264.

Yönet, Ender. (1984). Örgüt Çevre Yönetim İlişkilerinde Değişmenin Yönü ve Bir 

Araştırma Denemesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Uludağ Üniversitesi: Bursa.  

http://www.kurumsalsosyal.com/ (26.06.2008)

www.unglobalcompact.org/ (07.07.2008)

 



[1] Kaku, R. n.d. Kyosei—A Concept that Will Lead the 21st Century.  Tokyo: Canon, Inc.

[2] “Tatemae” kavramıyla kendini gösteren; kendileri arasındaki, gerektiğinde bireysel çıkarları aleyhine de olabilen işbirliği, kollayıcılık, dayanışma (Taka, 1994).

[3] Aycan, Zeynep ve Kanungo, Rabindra N. (1997). Current issues and future challenges in expatriate management. In Z. Aycan (Ed.), Expatriate management: Theory and research (pp. 245-260). Greenwich, Connecticut: JAI Press.