![]() |
|||||
|
Mehmet YÜCE |
VERGİLEME İLKELERİ VE EKONOMİK KONJONTÜR AÇISINDAN DEPREM VERGİLERİNİN GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİ
ÖZET
Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde görülmedik bir deprem faciasını yaşanmış bulunmaktayız. Bu doğal afetin meydana getirdiği ekonomik, psikolojik ve sosyolojik maliyeti minimumu indirmek konusunda hem devlete hem de her bir vatandaşa bir takım görev düşmektedir. Ancak, deprem meydana getirdiği psikolojik depresyon tüm hızıyla devam ederken hükümet tarafından alelâcele Deprem Vergileri gündeme getirilmesi büyük tepkilere neden olmuştur. Unutulmamalıdır ki, vergilemenin amacı, salt kamu harcamaları karşılamak değildir. Bu nedenle vergilemeye gidilirken, bunun yatırım, üretim ve istihdam üzerindeki etkisini dikkate alınarak uzun perspektifli olunmalı ve meseleler üzerinde uzun dönem için düşünülmelidir. Yoksa kısa vadede acil çözüm beklenen sorunlardan telaşa düşüp, daha sonra oluşması muhtemel ek sorunlara neden olacak yanlışlıklardan kaçınılmalıdır. Bu açıdan bakıldığından içinde yaşadığımız ekonomik konjonktür ne deprem vergisi ne de her ne adla olursa olsun yeni bir vergiyi kaldırabilir kanısındayız. Bu nedenle deprem maliyetinin karşılanması hususunda vergileme yerine başka alternatif kaynaklara yönelmesi daha doğru olacağı kanısındayız.
I. GİRİŞ
Devlet ve benzeri kurumlarca alınan kararların uygulanmasında ya da oluşturulan politikaların başarıya ulaştırılmasında kendisine sıkça başvurulan bir araç olan vergi, kollektif kararların alınmasında, kaynakların şu ya da bu doğrultuda kullanılmasında özgür bir ifade sonucu billurlaşacak bir takım bireysel kararların yönlendirilmesinde ve ekonomik eylemlerin olumlu ya da olumsuz şekilde sergilenmesinde yaşamsal rol oynadığı kuşkusuzdur. Bu çalışmada -depremden hemen sonra- gündeme gelmesiyle birlikte kamuoyu tarafından büyük bir tepkiyle karşılanan, bir defaya mahsus alınması öngörülen ve bir çok ek verginin bileşkesinden oluşan Deprem Dayanışma Vergisi ele alınmakla birlikte, çalışmanın ağırlık noktası hukuk devletinde vergileme yetkisinin kullanımı ile vergileme ilkeleri teşkil etmektedir. Bu bağlamda vergileme ile ilgili yapılacak tasarruflarda hukukun üstünlüğü ve vergileme ilkelerinin göz ardı edilmemesi gerekliliği savunulmaktadır. Bu nedenle, çalışmada, deprem yasa tasarısının yasalaşıp yasalaşmayacağı, bir daha gündeme gelip gelmeyeceği ve tasarıda yer alan ek vergilerin nasıl uygulanacağını hususlarından ziyade yaşanan konjonktürel durum göz önünde bulundurularak olağanüstü bir verginin konulması durumunda meydana gelebilecek ekonomik ve sosyal etkiler irdelenmeye çalışılacaktır.
II. Hukuk Devletinde Vergileme Yetkisi ve Kullanımı
Bu nedenle devletin, ülkesi üzerindeki egemenliğine dayanarak vergi alma konusunda sahip olduğu hukuki ve fiili gücü olarak tanımlanan, vergilendirme yetkisini kullanması siyasal bir zorunluluktur.(1) Bilindiği gibi devlet kendi varlığını bir takım harcamalar yaparak göstermektedir. Dolayısıyla devlet, kendisinden beklenen kamu hizmetleri yerine getirebilmesi bu hizmetlerin finansmanında kullanılacak vergileri temin etmesiyle mümkündür. Bu da devleti vergilendirme yetkisinin kullanmasıyla mümkündür. Vergilemenin varlığını haklı göstermeye çalışan teoriler arasında günümüz şartlarına en uygun olan Organik-kollektivist veya Otorite-egemenlik devlet görüşüne göre devlet, bireylerin oluşturduğu toplumdan ayrı üstün bir varlığa sahip olup, iktisadi ve sosyal hayatın her sahasında üstlenmiş olduğu görevleri ve gidermek zorunda kaldığı ihtiyaçları en iyi şekilde gerçekleştirmeyi amaç edinir. Bu amacın gerçekleşmesi için her ferdin mali gücüne göre katkıda bulunması ve vergilemenin kişilerin ödeme gücüne göre basamaklandırılması gerekir. Vergi bir piyasa ekonomisi olayı gibi fayda ya da mübadele ile değil, prensip itibariyle devletin egemenliği ile açıklanabilir. Devlet, toplumun ortak nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak için kişilere mali yükümlülükler getirme yetkisine sahiptir.(2) Her ne kadar Otorite-egemenlik devlet görüşü devleti ilahlaştırıp, vatandaşlarına karşı mutlak bir üstünlük verip, istediği gibi hareket etme özgürlüğü gibi bir takım olağanüstü görünüm ve yetkiler vermişse de, günümüz modern toplumların yönetim şekli olan demokrasi rejimi ve bu rejim içinde yeşeren hukuk devleti anlayışı bu görüşü tadil ederek, devlet faaliyetlerinin hukuk normları içinde cereyan etme zorunluluğu getirmiştir. Bununla birlikte otorite-egemenlik devlet görüşü vergilemenin meşruluğu, devletin egemenlik hakkına, hukuki cebir ve yaptırım gücüne dayandırarak vergi olgusuna gerçek bir hüviyet kazandırmıştır. Zira, vergiyi diğer kamu gelirlerinde ayıran en önemli unsurlardan biri de verginin hukuki cebire dayanmış olmasıdır. Yani verginin varlığının nedeni ve meşruiyetinin dayanağı devletin egemenliğidir. Bununla beraber vergiyi meşruluğu vergilemeyi zorunlu kılan kamu faaliyetinin meşruluğunda aramak gerekir. Vergilemenin meşruluğunun bir diğer veçhesi de vergiyi koyan hukuki otoritenin meşruluğudur. Bu nedenle, hukuki açıdan meşru sayılabilecek bir otoritenin, yine hukuki prensiplere uygun bir tarzda koyduğu hükümlere göre tahsil edilen paralar ancak gerçek anlamda bir vergi olarak kabul edilebilir. Bu da vergilemenin mutlak surette kanuna dayanması gerektiği gerçeğini ortaya koymaktadır.(3) Bu görüş günümüzde vergi hukukun temel ilkeleri arasında yer alan “verginin kanunilik ilkesi”yle ifade edilmektedir. Modern demokrasilerin gelişiminde “Vergi Hakkı” olarak anılan ve vergilerin ihdas ve/veya kaldırılması yetkisi sadece, halkın doğrudan temsilcisi olan mecliste olduğunu vurgulayan bu kural, hiçbir gerekçe ile terk edilmeyecek bir ilke olarak görülmektedir.(4) Nitekim, çağdaş Anayasalarda da yerini bulan “Temsilsiz vergileme olmaz” sözü bu felsefe göre hareket edenlerin despot kralların vergileme yetkilerinin sınırlandırılması için verdikleri büyük bir mücadele sonucu kazanılarak, bu yetki parlamentoya verilmiştir. Böylece, demokrasi mücadelelerinin başlangıcını oluşturan bu gelişmeler neticesinde vergiler ancak halkın temsilcilerinin izni ve onayı ile konulması gerektiği kabul görmüştür.(5) Ancak parlamento vergilendirme yetkisini kullanırken keyfi davranması söz konusu değildir. Zira, hukuk devletinde siyasal iktidarların eylem ve işlemleri hukukla sınırlıdır. Hukuk devletinin en belirgin özelliği ise, devlet sadece hukuku koyan, kanun yapan bir varlık değil, aynı zamanda koyduğu hukukla bağlı olan belki de vatandaştan çok kanun ve hukuka bağlı olan bir varlıktır. Bu durun ise devlet ile toplum arasında hukuki bir güvence sağlar. “Hukuki güvencesinin varlığı ise devleti toplum karşısında duyarlı kılar ve onun meşruluğunu pekiştirir. Meşruluğunu pekişmiş bir devlet ise, toplumla yatay bir ilişki içinde olur".(6) Bilindiği gibi vatandaş olarak bireylerin devlete karşı bir takım hak ve yetkileri bulunduğu gibi ödev ve yükümlülükleri de vardır. Söz konusu karşılıklı hak ve ödevlerin yerine getirilmesi sırasında bir takım koşullara riayet edilmesi gerekir. Hukuk devletinde, devlet ile birey arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için, hakkaniyet ve nefaset duygularının özenle korunarak, içerisinde yaşanan koşulların etraflıca değerlendirerek, evrensel hukuk normlar dikkate alınarak, insan haysiyetine yaraşır bir hukuk düzeninin kurulması ve idamesi, devletinin temel hedefi ve anayasal görevi olarak benimsenmiştir. Bu nedenle, parlamento vergilendirme yetkisini kullanırken hukuk devletine yarışır bir şekilde, hukuki normlar ve genel kabul görmüş vergileme ilkeleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde yapılan işlemin/tasarrufun meşruluğu tartışılır bir duruma gelecektir. Bu da devletin yetkisini kötüye kullanma anlamında yorumlanabilir. Vergi almada müessir sebeplerden biri de siyasi otoritenin görünüm ve tutumudur. Bu nedenle hukukun üstünlüğü prensibine göre davranan, tüm faaliyeti şaibeden uzak ve şeffaf olarak yürüten siyasi bir iktidarın görünümü mükellefleri hukuka göre davranmaya zorlayacaktır. K. Popper’in de belirttiği gibi, ciddi bir hukuk sistemi kurulmadan kapitalizme geçilirse rüşvet ve soygunculuk kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Zira, hukuk sisteminin olmadığı yerde sadece kaos yaşanır.(7) Dolayısıyla, böyle bir ortamda etkin bir vergilendirmeden bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle devlet, bir bakıma kanunların yapılması ve uygulaması yahut hukuk düzenin kurulması ve sürdürülmesi için meydana gelmiştir.(8) Nitekim Anayasa mahkemesi bir kararında sosyal hukuk devletini,... adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini yükümlü sayan, hukuka bağlı, kararlılık içinde ve gerçekçi bir özgürlük rejimini uygulayan devlet olarak tanımlanmaktadır.(9)
III. VERGİLEME İLKELERİ AÇISINDAN EK VERGİLER
Vergileme prensiplerinden, vergi sistemine toplumun benimsediği ekonomik ve sosyal amaçların gerçekleştirilmesine hizmet edecek şekil ve yönü vermede yararlanılan kriterler anlaşılır.(10) Çağdaş toplumlar pek çok amacı bir arada benimsemiş olmakla beraber bunlardan özellikle vergi yükü dağılımdaki adalet ve verimli bir vergi yapısı oluşturmak ilkeleri ön plana çıkmaktadır. Çeşitli vergileme ilkeleri öne sürülmüştür. Bunlardan günümüzde hala geçerliliğini koruyan başlıca vergileme ilkeleri ana başlıklar halinde şöyle sıralanabilir;
i) Adam Smith’in Vergileme İlkeleri;
Bunlardan ödeme gücü ilkesi, her mükellefin kamu harcamalarına ödeme gücüne orantılı olarak katılmayı, belirlilik ilkesi; yükümlünün ödeyecekleri verginin ödeme zamanı, yeri, miktarı ve biçimi kesin ve anlaşılır olmasını, uygunluk ilkesi; vergiler, mükellefler açısından en uygun zamandan ve şartlarda alınması, iktisadilik ilkesi ise, vergi tahakkuku ile tahsil giderlerin az olmasını yani halkın cebinden çıkan ile hazineye giren vergi arasındaki fark en az olmasını ile vergilerin ekonomik ve sosyal değişkenler üzerinde olumsuz etkiler yaratmaması gerektiğini ifade etmektedirler.
ii) Adolf Wagner’in Vergileme İlkeleri
Mali ilkeler, vergiler devletin giderleri karşılamaya yeterlilikte olmasını ve gelir ihtiyacından meydana gelen artışı karşılayabilecek esneklikte olmasını, iktisadi ilkeler, vergilerin, ödeme gücü kriterleri olan gelir, servet ile tüketim üzerinde alınmasını ve ekonomik kalkınmayı en iyi biçimde gerçekleştirebilecek vergilerin seçilmesini, Ahlaki ilkeler, toplumu oluşturan tüm bireyler ve ödeme gücüne uygun (yatay ve dikey eşitlik) olarak vergilemesini, vergi tekniği ile ilgili ilkeler ise, verginin kesin, açık ve anlaşılabilir olmasını, mükellef açısından uygun zaman, yer ve koşullarda ödenebilir olması ile vergileme işlemlerin en az maliyetle yapılmasını önermektedir.
iii) Fritiz Neumark tarafından sistematize edilen vergi hukukuna ilişkin
ilkeler
Gelişmekte olan ülkelerde bu ilkelere ek olarak şu noktalara da dikkat edilmesi gerekir ;(11)
– Verimli yatırımlarda kullanılmayan iktisadi kaynaklar vergilendirilmelidir,
Tarihi süreç içinde müdahaleci veya sosyal devlet anlayışını tarafsız devlet anlayışının yerini almasıyla, devlete yüklenen vazifeler artmış ve bu çerçevede kamu harcamaları devasa boyutlara ulaşmıştır. Kamu harcamaları artıkça veya kamu harcamalarını finanse eden vergi gelirleri içinde her hangi bir verginin hasılatında önemli düşüş meydana geldikçe, hükümetler bunu telafi etmek üzere, konjonktüre uygun olarak ya yeni mali yükümlülükler ihdas veya var olan yükümlülükleri artırma çabasına girmektedirler.(12) Her ne kadar bazı dönemlerde özel bir takım amaçlar güdülerek bazı vergiler –varlık vergisi gibi olağanüstü vergiler- konulmuşsa da günümüzde vergilemenin temel hedefi sadece kamu kesiminin harcamalarını finanse edebilecek yeterlilikte mali kaynaklar temin etmek şeklinde ifade edilebilen mali amacı gerçekleştirmek değil aynı zamanda ekonomik ve sosyal bazı makro hedeflere varmada da iktisat veya maliye politikasına yardımcı olmaktır. Bu nedenle vergilemede beklenen işlevlerin gerçekleşmesi vergileme ilkelere uygun bir vergi sisteminin kurulmasıyla mümkündür. Deprem münasebetiyle hazırlanan ek vergi yasa tasarısını bakıldığından hem vergileme ilkelerinde biri olan hem de Anayasamızın 73’ncü maddesinde de yer alan ödeme gücü ilkesi göz ardı edildiği görülmektedir. Diğer taraftan tasarıda yer alan birçok düzenleme vergilemenin genellik, eşitlik ve belirlilik ilkeleriyle açıkça çelişmektedir. Ayrıca, yasa tasarısı yükümlü psikolojisi dikkate alınmadan ve aceleci bir şekilde hazırlandığından mükelleflerin tepkisi çekebilecek bazı unsurları içermektedir. Böylece, yasa tasarısına bakıldığından zamanlama hatası yapıldığı gibi vergilemede baz alınan ölçütler ve vergi oranlarının belirlenmesinde hatalar yapılmıştır. Bilindiği gibi herkesin iktidarıyla orantılı vergi ödemesi anlamına gelen ödeme gücü ilkesinin gelir, servet ve harcama olmak üzere üç temel göstergesi vardır. Nitekim günümüzde en rasyonel ve en gerçekçi olan vergilerin tasnifi gelir, servet ve harcama üzerinde alınan vergiler şeklinde yapılan tasniftir. Hangi tür vergilere daha fazla ağırlık verileceği, ekonomik yapı, iktisadi sistemin işleyişi, iktidarın siyasi anlayışı, baskı grupların etkinlik ve eğilimlerine bağlı olarak değişmektedir. Bununla birlikte ödeme gücüne ulaşmada kullanılan araçlar olarak kabul edilen “en az geçim indirimi, artan oranlılık, ayırma ilkesi” gibi müesseseleri bünyesinde taşıyan gelir vergisi, çağımızın en yaygın, en adil ve en verimli vergisi olarak kabul edilmektedir. Harcama vergileri, şahsileştirilmediği için adil olmayan vergiler kategorisinde yer alırken, servet vergileri ise mali amaçtan ziyade sosyal amaçlarla konulduğu için toplam vergi gelirleri içinde önemli bir yer almamaktadır. Kamu oyu tarafında “Deprem vergileri” olarak bilinen ve ek bir takım vergilerin getirilmesine yönelik olan yasa tasarısına bakıldığından, her ne kadar ödeme gücü göstergeleri olan gelir, servet ve harcama unsurları dikkate alınmış gibi görünmekte ise de, vergi tekniği açısından incelendiğinden, az gelişmiş ülkelerin vergi anlayışına uygun olarak, kolay kavranan unsura daha fazla vergi yükü bindirme kolaycılığı, ödeme gücü ilkesine tercih edildiği görülmektedir. Bu ek vergi tasarısı ile, gelir vergisi mükellefleri(1998 yılı gayri safi ücretleri toplamı 12 milyar lirayı aşanlar) mart 1999 yılında beyan ettikleri 1998 yılı gelir vergisi matrahı üzerinde %5 oranında ek Gelir Vergisi , aynı şekilde kurumlar vergisi mükellefleri Nisan 1999 yılında beyan ettikleri 1998 yılı kurum kazancı (istisnalar düşülmeden önceki) üzerinde %5 oranında ek kurumlar vergisi; emlak sahipleri (birden fazla konutu olanlar seçtikleri bir konut istisna) 1999 yılı emlak vergisi kadar ek emlak vergisi; her türlü motorlu taşıt sahibi olanlar, 1999 yılı motorlu taşıt vergisi ek motorlu taşıt vergisi; Cep telefonu olanlar, konuşma bedellinin %25(başta maktu 50 milyon lira olarak öngörülmüştü) oranında özel iletişim vergisi; Bankalar her yaprak için 600 .000 maktu banka çeklerinde özel vergi alınması öngörülmekte; Akaryakıt tüketim vergisinde ise %300 olan oran %500’e çıkarılmak istenmektedir. Bilindiği üzere, hukuk devletinde hukuki güvenlik ilkesi, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarının önceden bilinmesi, tutum ve davranışlarını buna göre güvenle düzene sokabilmesi anlamına gelmektedir. Kişilerin davranışı düzenleyen kurallar onlara güvenlik sağlamalıdır. Bu güvenliğin sağlanabilmesi herşeyden önce, devletin kendi koyduğu hukuk kurallarına kendisinin de uyması bağlıdır. Hukuki güvenlik ilkesinin vergi hukukunda özel bir önemi vardır. Bu ilke vergi yükümlülerinin, hak ve özgürlük alanlarına devletin vergilendirme aracılığı ile yaptığı müdahaleleri önceden görmeleri ve durumlarını buna göre ayarlamalarını gerektirmektedir. Kişiler böylece geleceğe yönelik planlarını buna göre yapabilecekler ve vergilendirmede keyfilikte önemli ölçüde önlenebilecektir.(13) Bu açıdan bakıldığından, belli hedeflere varmak amacıyla bazı planlarını yapıp uygulamaya koyan mükellefler, bu amaca varmaya çalışırken yılın ikinci yarısında hiç beklemedik bir anda ek vergi tasarısı ile bir takım ilave mali yükle karşılamaları elbette olumlu bir gelişme olarak yorumlanamaz. Olağanüstü nedenler dolayısıyla önceden bilinmeyen ve bir defaya mahsus olmak üzere konulan gerçek servet vergileri, genellikle yükümlünün bütün varlığı üzerinden ve yüksek bir oran uygulanmak suretiyle tahsil edilir. Ancak bu tasarıda servet unsurlarından sadece emlak ve motorlu taşıtları vergi kapsamına alınıp cüzi tutarda vergi yüklenirken, günümüzün basit bir iletişim aracı cep telefonu lüks tüketim maddesi gibi görerek, müsadereci bir yaklaşımla, başlangıçta neredeyse satış fiyatı kadar-hatta daha fazla- bir vergi (50 milyon lira) koyma girişimi ancak üçüncü dünya ülkelerinde görülebilecek bir vakıadır. Diğer taraftan kişileri cep telefonu almaya zorlayan iletişim sistemindeki hantallığı ödüllendiren siyasi iktidar, normal telefon ücretlerini iletişim vergisi dışında bırakmakla, devlet tekelinde olan bir kuruluşu kayırmakta ve haksız rekabete neden olmaktadır. Bu tasarıya göre, her biri 5 milyar lira değerinde iki evi bulunan bir mükellef tek evi üzerinde binde1 oranında(5milyar x 0.001=) 5 milyon lira gibi cüzi bir vergi ödemesi gerekirken, aylık beş milyon lira (Vergileme süresi boyunca bu miktarın değişmediği varsayalım) cep telefonu faturası ödeyen bir kişi Haziran 2000’ne kadar bu mükellefin üç katı kadar bir vergi yükümü ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Böylece, trilyonlarca lira arsa ve arazi sahipleri sadece binde 1 ve binde 3 oranında vergi ödemeleri istenmesine karşın, 50 milyon lira değerinde bir cep telefonuna sahip bir kimse (tadil edilmesiydi 50milyon lira) konuşma bedelinin %25’i kadar vergi vermesi istenmektedir. Maliye Bakanına göre, cep telefonu net konuşma bedelleri üzerinde %25 oranında özel iletişim vergisinin getirilmesi çok konuşandan çok, az konuşandan az vergi alınacağından ödeme gücü ilkesine göre vergilendirme sağlanmış ve vergi adaleti gerçekleşmiş olacaktır. Hemen belirtelim ki, bu şekilde ileri sürülen bir adalet anlayışı çok kısır olup, sadece geniş bir mükellef kütlesinin tepkisini yatıştırmaya yönelik politik bir söylemden ibarettir. Ancak, Deprem Dayanışma Vergisinin yükü sadece kayıtlı mükelleflere değil, ödeme gücü olan herkese, ödeme gücünü gösteren tüm unsurları dikkate alınarak, ödeme güçleriyle orantılı ve ekonomik istikrarı bozmayacak şekilde dağıtmayı hedef edinseydi daha adil bir yasa tasarısı olacağı söylenebilir. Diğer taraftan, bu yasa tasarısı ile devlete vermiş oldukları borç mukabilinde konsolide bütçe vergi gelirlerinin büyük kısmı ipotek altına alanlara, bankalara yatırdıkları para karşılığında çeşitli adlarla sermaye iradı elde edenlere, milyon dolarlarla ifade edilebilecek tablo ve antika eserler ve benzeri gibi unsurlara sahip olanlara herhangi ek bir yüküm getirilmemektedir. Bu durum karşısında söz konusu yasa tasarısı ne ölçüde ödeme gücü ilkesi dikkate aldığı veya vergilemede adalet(yatay-dikey) ilkesine riayet ettiği apaçık ortadadır. Burada yükümlüleri servetinin bir bölümü satmaya mecbur eden ve büyük bir vergi yüküne maruz bırakan gerçek servet vergileri elbette savunulmamaktadır. Ancak, hazırlanan yasa tasarısında ek vergilerin yükünü bilimsel kriterler dikkate alınarak adil bir şekilde dağıtılmadığından söz konusu tasarının kanunlaşması halinde toplumda bir takım ekonomik, sosyal hatta siyasal huzursuzlukları doğuracağı endişesi dile getirilmektedir. Bu nedenle deprem vergileri yasa tasarısı, toplumu oluşturan tüm bireyleri ödeme gücüne uygun (yatay ve dikey eşitlik) olarak vergilemesini öngören vergilemede ahlaki ilkeleri ile vergilemede genellik ilkesine bariz bir şekilde çeliştiği söylenebilir. Ek gelir ve kurumlar vergisinde 1998 yılı matrahı esas alınması bu tasarının bir diğer önemli aksaklığını ortaya koymaktadır. Bu uygulama, kanunların geriye yürütülmesi şeklinde algılanabileceği için hukuki güvenirlik ilkesini zedelemektedir. Bu nedenle yıl içinde verilen geçici vergi beyanları veya iktisadi konjonktür dikkate alınarak tespit edilecek yeni bir ölçüt baz alınması daha gerçekçi olacağı kanısındayız. Zira, önceki yıl vergi matrahı mükellefin cari yılın ödeme gücünün tespiti açısında sadece bir karine teşkil edebilir. Oysa, adil bir vergileme için ödeme gücünün gerçek bir şekilde kavranması esastır. Ayrıca, bu uygulama vergi hukukunda “vergilendirme dönemi” esası ile muhasebenin özünü teşkil eden “dönemsellik ilkesi” esasına ters düşmektedir. Vergi sisteminin günün ekonomik koşullarına ve gereksinmelerine uygun biçimde düzenlenmesi olarak tanımlayabileceğimiz ekonomik etkinlik ilkesine göre vergilerin ekonomik yapıdaki olumsuzlukları gidermede bir araç olarak kullanılması önermektedir. Yani, günümüzde vergilemenin mali amacı kadar iktisadi ve sosyal amaçları da ön plana çıkarmaktadır. Bu bağlamda -İktisadi konjonktür açısından- tasarıya bakıldığında, “zamanlama” hatası yapıldığı da söylenebilir. Zira, 1997 yılı ortalarında Tayland’da başlayan sermaye ve mal hareketleri yoluyla Güneydoğu Asya’yı etkisi altına alan finansal kriz, 1998 ortalarında tüm dünyayı etkisi altına alarak bütün dünya ekonomilerini derinden sarstığını hep beraber müşahede ettik. Bu sarsıntıdan oldukça nasibini alan Türkiye ekonomisi büyük bir ekonomik depresyon yaşamış ve bu ekonomik daralma 1999 yılında da devam etmiştir. Nitekim, İSO nun yayınladığı ankete dayalı “Ekonomik Durum Tespiti” adlı araştırmaya göre, 1999 yılı ilk yarısı sonuçlarına göre, ekonomik durgunluk ve darboğazın aynı şiddete devam ettiği ve finansman konusunda darboğaz içinde olan kuruluşların, toplam kuruluşlar içindeki payı %72 olduğu görülmektedir. 1998 yılı verileriyle, işsizlik ve eksik istihdam nedeniyle atıl durumunda bulunan işgücünün toplam işgücünü oranını ifade eden “atıl işgücü oranı”, %12.2; dış borç stoku 102.651 milyon dolar; iç borç stoku 11.612.886 milyar lira; kamu kesimi borçlanma gereği/ GSMH %8.7; toptan eşya fiyat artışları(12 aylık ort.,1994=100 endeksi) %71.8; tüketici fiyatları artışı(12 aylık ort.,1994=100 endeksi) %84.6; özel sektörde sabit sermaye yatırımlarındaki gelişme -6.7 olarak gerçekleşmiştir. Diğer taraftan İstanbul Sanayi Odası tarafından yayınlanan, 1998 yılı Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu raporundan, söz konusu firmaların diğer faaliyet gelirlerinin dönem kârı içinde payı %87.7 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran yaşanan kriz nedeniyle Türk ekonomisinin bel kemiği oluşturan işletmelerin üretim yerine faiz yoluyla gelir elde etmeyi tercih(ihtiyari veya zorunlu olarak) ettiklerini açık bir şekilde göstermektedir. Her ne kadar diğer faaliyet gelirleri sadece repo, bono ve tahvil gelirlerinden ibaret değilse de bu tür gelirler diğer faaliyet gelirlerinin büyük bir bölümünü oluşturduğunu inkar etmek mümkün değildir. Türk ekonomisi açısından oldukça riskli olan bu gösterge karşısından bilinçli ve kararlı politikalar geliştirmek yerine üretimi cezalandırıcı bir takım vergiler sürekli gündemde tutulursa yaşanacak ekonomik çöküntünün ürkütücü boyutu açık bir şekilde ortaya koymak elbette bir kehanet değildir. Nitekim, ekonomide yaşanan bu yapısal bozukluk ve daralma karşısında hükümet bir dizi tedbirleri içeren ekonomik paket hazırlamış ve bu paket kapsamında 4369 sayılı Yasanın can alıcı bazı hükümlerini erteleyen ve bazı hükümlerini de kaldıran tadil yasası denebilecek 4444 sayılı “Gelir Vergisi Kanunu, Kurumlar Vergisi Kanunu, Katma Değer Vergisi Kanunu, Emlak Vergisi Kanunu, Belediye Gelirleri Kanunu ve Harçlar Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” yürürlüğe konmuştur. 4444 sayılı kanun’un gerekçesinde de belirtildiği gibi vergi sistemleri ekonomik koşullardan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Böylece, hükümet bir taraftan piyasayı rahatlamak veya canlandırmak amacıyla vergi kanunlarında bazı değişiklikler yaparak vergi yükünü dolaylı da olsa hafifletme çabasını sergilerken, diğer taraftan da ek deprem vergileri adı altında bir takım yeni yükümleri getirme teşebbüsüne geçmiştir. Deprem vergilerinin yasalaşması halinde ekonomik durgunluğu daha da artırma riskini beraberinde taşıyan bu durum vergilemede uygunluk ilkesi ile Wagner’in iktisadi ilkelerine ters düşmektedir. Eğer mutlaka depremin maliyeti vergilerle finanse edilme zarureti varsa, yeni bir takım ek vergi ihdası yerine ekonomik konjonktür ve yükümlü psikolojisi dikkate alınıp vergi kanunlarında bir takım değişiklikler yapılarak, kayıt dışı ekonomi ve rantları da vergileme kapsamına alacak şekilde vergi tabanını genişlemesine gidilip, gerekirse var olan vergi oranlarını biraz artırarak, yeni formalitelere yer vermeden, normal vergi gelirleri artırma yoluna gitmek daha uygun olacağı kanısındayız. Diğer taraftan söz konusu yasa tasarısı ile gündeme getirilen ek vergiler ne ilk ne de son kez alınacak bir defaya mahsus olağanüstü vergilerdir. Kamu kesimi finansman açığı devam ettiği ve kamu idarelerinin reorganizasyona tabi tutulmadığı, devletteki hantallaşmanın sürdüğü, ülkenin gerçeklerine uygun ileriye dönük bir takım projelere işlerlik kazandırılmadığı sürece değişik adlar altında bu tür vergilerle hep muhatap kalınacaktır. Bu bağlamda günü kurtarmaya yönelik palyatif önlemler yerine devletin yeniden yapılandırılması(14) . çerçevesinde Başbakanlıkça başlatılan “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması Projesi”(15) hayata geçirilmesi ile birlikte ekonomi, mali, adalet, eğitim, sağlık ve özelleştirme gibi hayati alanlarda reform hareketleri başlatılarak yapısal dengenin tesis edilmesine yönelik ciddi adımlar atılmalıdır. Bununla beraber mali disiplin açısında için uzun vadede;
– Mevcut vergilerden daha rasyonel faydalanılması,
IV. EKONOMİK KONJONKTÜR AÇISINDAN EK VERGİLER
Devlet vergilendirme yetkisini kullanarak bir takım vergileri koyabilir veya var olan vergi yükümünü ağırlaştırabilir. Ancak, söz konusu yetki kullanımını konusunda bir takım hassas ayarlara dikkat edilmediği takdirde iktisadi ve sosyal alanda telafisi ağır bazı hasarlara yol açabilir. Diğer bir ifadeyle, günümüzde vergilemenin mali amacı kadar iktisadi ve sosyal amaçları da ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle hükümetler ek gelire ihtiyaç duyduklarında bir takım makro ekonomik hesaplar yapmadan, genel mükellef psikolojisi dikkate almadan hemen vergiye başvurmaları ekonomik yapıda aksamalara neden olacaktır. Kamu kesimi içinde bulunduğu mali kriz ve piyasaya hakim olan ekonomik durgunluk nedeniyle dış kredi bulmaya çalışan hükümet, beklenmedik deprem felaketinin getirdiği ek mali yükle(vergi gelirlerinde meydana gelen azalma + kamu harcamalarındaki artış) karşı karşıya kalınca telaşa düşerek depremin envanteri çıkarılmadan, makro ekonomiye etkisi tam ölçülmeden, iç ve dış yardım boyutu netleşmeden, psikolojik ve sosyolojik alt yapısı hazırlamadan, halkın bu konudaki eğilimi dikkate alınmadan, bir takım varsayımlardan hareketle ekonomik ve sosyal boyutu düşünülmeden, dayatmacı bir tavırla ve aceleci bir yaklaşımla ek vergileri gündeme getirerek büyük tepki çekmiştir. Her ne kadar devlet tek taraflı olarak vergilendirme yetkisi kullanarak yeni vergileri ihdas edebilirse de bu sürecin sağlıklı ve etkin bir şekilde işleyebilmesi için bunun verginin pasif süjesi olan mükellefler tarafından kabul edilmesiyle mümkündür. Sanayimizin %46’sının yer aldığı kentlerimizde yaşanan deprem felaketinin yarasını sarmak için her şeyi devletten beklemek elbette doğru değildir. Zaten bu konuda her kesim üstüne düşen fedakarlığı mali gücüne göre gerekenden fazlasını yapmış ve yapmaktadır. Diğer taraftan depremzedelerin ihtiyaçları gidermede yardımcı olmak amacıyla bazı kamu ve özel sektör kuruluşları bağış adı altında çalışanların ücretlerinde bir takım kesintiler yapmakta oldukları da malumdur. Özel sektör hiçbir zorlama olmadan mali gücüne göre büyük fedakarlıklar yapmakta olduğunu kıvançla izlemekteyiz. Her ne kadar, gönüllü bağışlara dayalı bir program yapılması mümkün değilse de bu konuda her türlü sivil çabayı desteklemekten de geri kalınmamalıdır. Dış yardım ve bağışlarla birlikte uzun vadeli uygun koşullara sahip dış kredi imkanı da değerlendirilmelidir. Bu arada devlet mamelekinin(mesela, hazine arazisi, kamu lojman ve dinlenme tesisleri vb.) bir envanteri çıkararak depremzedelere yönelik konut yapımına arz edilebilir. Bedelli askerlik uygulamasının hayata geçirilmesi de makro ekonomi açıdan takdire şayan bir düzenleme olmuştur. Gerçekten yaşanan ekonomik konjonktür içinde ayakta kalma mücadelesi veren ve depremden büyük ölçüde etkilenen kayıtlı ekonomi ek vergi yükü kaldırabilecek bir durumda olmadığı sayısal rakamlar da göstermektedir. Enflasyonla mücadeleyi birincil hedef gören ve bu bağlamında iç talebi kısmayı amaçlayan1998 yılı ekonomik programı, 1997 yılı ortalarında Tayland’da başlayan 1998 yılının ortalarında Rusya’da kendini gösteren ve neticede global bir krize dönüşen finansal krizin yarattığı şokla birleşmesinin yaratığı soğutucu harekete eş anlı çıkarılan 4369 sayılı Yasanın doğurduğu tedirginlik ile seçim ortamının meydana getirdiği belirsizlik de eklenince ekonomi iyice daralmış adeta durma noktasına getirmiştir. Böylece, izlenen ekonomik politikanın yarattığı iç talep daraltıcı etki ile global krizin meydana getirdiği dış talep daraltıcı etki reel ekonomideki üretim düşüşü hızlandırarak ekonomik daralmaya neden olmuştur. Nitekim yukarıda sözü geçen İSO tarafından hazırlanan, 1998 yılı Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu raporundan reel sektörün içinde bulunduğu kriz şartlarını ve toplumun başlıca teminatı olan üretim konusunda ivedi olarak bir takım önlemlerin alınmasını zorunlu kıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Söz konusu rapora göre, ancak faiz geliriyle ayakta durabilen Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşunun önceki yıla göre bilanço kârı %-27.9, net kâr %-39, üretimden satışlar %-2, Brüt katma değer %-2.4, net katma değer %-13.9 şeklinde gerçekleşirken işgücü verimliliği üretimdeki ciddi gerileme ile %15,9 oranında azalmış, buna karşılık işçi başına reel işgücü maliyeti %14 oranında yükselmiştir. Bu durum 1999 yılında da devam etmiştir. Nitekim DİE’nin verilerine göre, büyüme hızında ilk 6 ayda %5,8 oranında gerileme yaşanmıştır. Ekonomik gidişat bu minval üzerinde cereyan edince normal vergilerini ödemekten zorlanan işletmeler bu defada bir takım ek vergiler ödemek zorunda bırakılırsa ekonomik krizin daha da derinleşeceği kaygısını taşımamak mümkün değildir. Ek vergiler dolayısıyla hükümetin beklendiği 1,5 katrilyon ek finansman tedarik edilip edilmeyeceği tartışması bir kenara, bu vergilerin yaratacağı kalıcı durgunluğun faturası neye mal olabileceği konusunda ciddi hesaplamalar yapılmalıdır. Durgunluğun giderilmesi, deprem yaralarının sarılmasından daha uzun zaman alabileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Unutmamalıyız ki, makro ekonomik politika ve tasarruflarda duygusallığın yeri yoktur. “Tebeddülü esma ile hakikat tebeddül etmez” hükmünce ne adla konulursa konulsun yaşanan ekonomik gerçek, ek bir vergiye- IMF istese bile- tahammülü yoktur. “Yumurtlayan tavuklar kesilirse bir daha o tavuklardan yumurta yemek hayal olur” şeklindeki basit söz, belki de vergilemenin hududunu tayin eden bir göstergedir. Diğer taraftan Deprem Dayanışma Vergisi adı altında istenen ve bir takım ek vergileri içeren yasa tasarısı, yasal sürecini tamamlayıp kanunlaşması halinde, depremde önce umut bağlayarak çıkarılan ve iş alemince memnuniyetle karşılanan ekonomiyi canlandırmaya yönelik paketin tam tersi bir süreç başlamış olacaktır. Hükümet, deprem afeti nedeniyle vergi gelirinde meydana gelen kaybı telafi etmek ve böylece IMF ile üzerinde uzlaşmaya varılmış görüntüsü verilen ekonomik programından sapmamak için ya ek vergiler ya da özel tüketim vergileri konusunda direneceği izlenimi vermektedir. Diğer bir ifadeyle, hükümet bu vergilerden biri uygulamaya geçirirse makro ekonomik dengeleri sağlayacağı inancını taşımaktadır. Burada 26 Mayıs 1932 tarih 1980 sayılı Yasa ile uygulamaya konulan, “Muvazene vergisi” yasa tasarısı mecliste görüşülmesi sırasında İzmir millet vekili Kitapçı Hüsnü beyin, “...Hükümetin muvazeneyi temin etmek için vazettiği bu vergi ile vatandaşlarımız muvazenesizliğe uğrayacaktır”(16) şeklindeki latif ifadeleri tekrar hatırlamak gerekeceği kanısındayız. Bilindiği gibi vergilenebilir kaynaklar ile ekonomik kalkınma arasında yakın bir bağlantı söz konusudur. Bu nedenle ekonomik yapıya uyum gösterebilecek vergiler ancak başarı ile uygulanabilir.(17) Dolayısıyla, ekonomik yapıya uyum göstermeyen bir verginin uygulanması mikro ve makro ekonomik bazda yaratacağı bir takım olumsuzluklarla birlikte hükümetçe beklenen hasılatı da temin etmesi imkan dahilinde görülmemektedir.
V. MÜKELLEF PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN EK VERGİLER
Vergi, özel kesimden kamu kesimine aktarılan karşılıksız bir fondur. Halbuki, insanlar kazançlarının tümünü hak bilip, bunlara başkalarının ortak olmasını kabullenemediklerinden, bu kazançlarının bir kısmını karşılıksız olarak devlete vermeye kolay kolay yanaşmazlar. Vergi, kişiler açısından bir külfettir ve psikolojik olarak fertlerde bu külfetten kurtulma eğilimi olduğundan, mükelleflerin vergiye bakışı üzerinde sosyal ve psikolojik faktörlerin belirleyici etkisi vardır. Bu faktörler; mükelleflerin kamu harcamalarına yaklaşımı, toplumun ve diğer mükelleflerin vergiye karşı davranışları, vergi bilincinin yerleşmemiş olması, eğitim ve kültür düzeyinin düşüklüğü olarak sayılabilir. Dünyanın her yerinde, vergi ödeyenlerin en çok üzerinde durdukları konulardan birisi de toplanan vergilerin nerede ve nasıl harcandığıdır.(18) Mükelleflerin, bu isteği demokratik toplumlarda haklı bir taleptir. Gerçekten vergilerin kimlerden ve nasıl alınacağı konusu ayrıntılı bir şekilde gündeme getirildiği halde, kamu harcamalarının kimler için ve nasıl yapılacağına dair kamuoyu yeterince aydınlatılmamaktadır. Vergileme için diğer tüm koşullar en uygun bir şekilde tanzim edilse bile, toplumda, alınan vergilerin kötü harcandığına dair bir kanı oluşmuşsa, vergiye karşı ciddi bir direncin oluşması kaçınılmazdır. Bu nedenle, devlet harcamalarının algılanma biçimi, mükelleflerin vergiye yaklaşımı üzerinde belirleyici etki oluşturur. Deprem vergilerinin gündeme gelmesiyle birlikte kamuoyunun hükümetten bu vergilerin deprem mağdurları için kullanılacağına dair taahhüt istenmesi buna güzel bir örnektir. Bir taraftan kamu hizmetlerinin gereği gibi sunulmaması, mükelleflerin kamu idareleriyle olan ilişkilerinin düzgün ve suratlı yürütülmemesi, diğer taraftan kamu harcamalarındaki bir takım yolsuzluk şaibelerinin sık sık medyaya yansıması, mükelleflerde ödedikleri vergilerin çarçur edildiği, yerinde ve etkin bir şekilde kullanılmadığı kanaatini vermektedir. Nitekim yapılan bir araştırmada ankete katılan mükelleflerin %95.8’i kamu hizmetlerinde yerinde yapılmadığı ve yeterince yararlanmadıkları belirtmişlerdir.(19) Kamuoyunda “Alınacak vergiler nereye sarf edilecektir. Bütçe açıkları ve faiz giderlerine mi, yoksa deprem bölgesine mi?” şeklindeki halkın hükümete olan güvensizliğini tazammum eden sorunun cevabı vergi hukuku mantığı içinde vermek oldukça zordur. Bilindiği gibi verginin temel unsurlarından biri de “karşılıksız oluşu” yani “özel bir karşılığı olmaması”dır. Dolayısıyla, mükellef “hükümet yol yapmak veya depremzedelere ev yapmak üzere vergi ödüyorum” diyemez. Çünkü bu durum verginin tabiatına aykırıdır. Böyle bir şey ya bir “fon” uygulaması ile veya “şartlı bağış ve yardımlar” ile mümkündür. Bilindiği gibi gerek verginin “karşılıksız oluşu unsuru” gerekse bütçenin “ademi tahsis ilkesi” gereğince tüm vergi gelirleri hazinede toplanır ve bütçe ödenekleri şeklinde parlamentonun uygun gördüğü mal ve hizmetlerin finansmanında kullanılır. Yani gelir toplama ile harcama yapma işlemleri birbirinden bağımsız olarak yürütülür. Bu nedenle, mükellefler sadece bir verginin nerede kullandığı yerine, yapılan kamu harcamalarının yerinde olup olmadığı konusunda demokratik hakları olan sivil sorgulamayı/denetimi yapmaları daha anlamlı olabileceği kanısındayız. Gerçi ekonomik konjonktür ne kadar uygun olursa olsun vergi özü itibarıyla sempatik değildir. Ancak “Vergi çok sempatik bir olay değil ama devlet de sempatik olmayan kararları almak zorundadır”(20) şeklinde yükümlü psikolojisine uymayan, gerginliği artırıcı bir mantıkla hareket etmek yerine, alınan bu tür kararların kaçınılmazlığı mükelleflere demokratik yöntemlerle anlatılarak, onların alınan bu önlemlere olumlu bakış açısı sergilemelerini sağlanmalıdır. Ancak depremle birlikte yaratılan güvensizlik ortamı (devletin deprem bölgesinde yeteri kadar etkin olmaması tartışmaları, Kızılay’da yolsuzluk iddiaları vb. gibi.) vergilerin gündeme gelmesiyle daha da şiddetlenmiş ve mükelleflerde olumsuz bir izlenim bırakmıştır. Hükümet bu konuların aydınlatarak olumlu bir atmosferin oluşturulması çabası göstermeden ek vergileri gündeme getirmesi büyük tepki toplamıştır. Bu da deprem vergilerinde beklenen hasılatın sağlanmasına engel teşkil edebilecek önemli bir psikolojik faktör olarak önümüze çıkmaktadır. Türkiye’de devlet-toplum ilişkisine bakıldığından, devletin toplum karşısında özerkliği hala son derece yüksek olduğu görülmektedir. Diğer bir deyişle, devlet topluma göre oldukça güçlüdür. O kadar ki, devlet Türkiye’de toplum kesimlerinin somut çıkarlarından çok -bazen de ne olduğu belli olmayan -soyut genel çıkarlara önem vermektedir. Bunu yaparken de yöneticileri için yönlendirici düşünce, çıkar grupların uzlaştırılması gereği değil, ülke için neyin en hayırlı olduğunu araştırmak daha elzemdir. Söz konusu düşünce; “Toplum yönetilmelidir, bunu yapacak olan devlettir, devleti temsil eden de bürokrattır” şeklinde formüle edilebilir.(21) Eğer hükümet, Sosyal Güvenlik Yasası’nda olduğu gibi kamu oyu ve sivil örgüt kuruluşlarında yükselen ortak sesleri dinlemeksizin vergi yasa tasarısı gerekçesinden yazılanlardan hareketle bu vergileri yasalaştırarak uygulamaya koyacaksa, bu vergiler mükellef ile idare arasından bir takım reaksiyona neden olacağından beklenen hasılatı sağlanmasını zorlaştıracaktır. Diğer taraftan, bilimsel yöntemler doğrultusundan stratejik planlar hazırlayıp tatbik edilmeden, mütevekkiline bekleyip iş işten geçtikten sonra “Allah’tan gelen afeti ekonomik programımızdan uzaklaşmadan aşacağız” veya “yaralarınız sarılacaktır” gibi içi boş global demeçlerle yetinmek, akabinde ağır faturanın ekonominin dinamikleri sayılan kesimlere çıkarmak elbette tasvip edilecek bir şey değildir. Başta Amerika ve Japonya olmak üzere deprem şeridinde yer alan gelişmiş ülkelerin deprem, sel ve kasırga gibi doğal felaketlerden en az zararla kurtulmalarının sebeplerinden biri de konu hakkında güvenilir bilgi toplamaları, belirli kesimleri sürekli eğitmeleri, ilgili tüm kuruluşlar arasında etkin bir organizasyon ağı kurmalarıdır. Bu işin temelinde ise her kademede gösterilen teorik ve uygulamalı yönetim tekniklerin yattığını da vurgulamakta yarar vardır.(22) Bu nedenle bilimsel verilerden hareketle bazı önlemleri almak ve bu konuda gerekli yasaları çıkarıp uygulamaya geçirmek, gerekli örgütlemeyi teşkil edip denetim ve organizasyonu sağlamak elbette hükümetin en önemli görevidir. Çocuğun ileride bir takım ölümcül hastalıklara maruz kalmaması için doğumdan itibaren koruyucu hekimlik bağlamında bir takım aşıların uygulanması nasıl ki toplum sağlığı açısından kaçınılmaz ise, toplumsal barış ve istikrar için de ülkenin ekonomik, sosyal, fiziki ve coğrafi gerçeklerinden hareketle bilimsel yöntemlerle hazırlanan stratejik bir plan çerçevesinde alınacak tedbirlerin uygulamaya geçirilmesi de aynı ölçüde kaçınılmazdır. Eğer, çağdaş bilim ve teknikler ışığında stratejik planları hazırlanıp uygulaya geçirilmezse devasa boyutlara varan ekonomik, ekolojik, sosyolojik ve psikolojik sorunların çözümlenmesi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, deprem ve sair beklenmedik doğal felaketler karşısında büyük maliyetlere maruz kalınacak ve bu durum bir takım ek vergilerin ihdası ile içinden çıkılacak bir hal olmaktan uzaklaşacaktır. Unutulmaması gereken bir husus da devletin bir görevi de normal dönemlerde topladığı vergilerle olağanüstü dönemler için gerekli fonları oluşturmaktır.
VI. SONUÇ
Yasama organı hukuki yoldan vergilendirme yetkisini kullanarak yeni bir takım vergileri koyabilir. Nasıl ki, özel bir borç alacak ilişkisinin sağlıklı yürüyebilmesi için borç - alacak ilişkisinin kanuni vecibelere dayandırılmasından öte borçlunun sadakatti önem arz ediyorsa(örnek:piyasada dolaşan karşılıksız çekler), vergileme sürecinde de verginin aktif süjesi olan devlet ile pasif süjesi olan mükellef için aynı şey geçerli olduğu söylenebilir. Bu nedenle mükellefin tepkisine rağmen getirilecek bir verginin etkin olacağı söylemek mümkün değildir. Kaldı ki, vergilemenin amacı, salt kamu harcamaları karşılamak değildir(ancak, borç batağına düşmüş ülkeler verginin mali amacı dışında diğer amaçları düşünme olanağına sahip değiller). Bu nedenle vergilemeye gidilirken, bunun yatırım, üretim ve istihdam üzerindeki etkisini dikkate alınarak uzun perspektifli olunmalı ve meseleler üzerinde uzun dönem için düşünülmelidir. Yoksa kısa vadede acil çözüm beklenen sorunlardan telaşa düşüp, daha sonra oluşması muhtemel ek sorunlara neden olacak yanlışlıklardan kaçınılmalıdır. Bu açıdan bakıldığından içinde yaşadığımız ekonomik konjonktür ne deprem vergisi ne de her ne adla olursa olsun yeni bir vergiyi kaldırabilir kanısındayız. Bu nedenle deprem maliyetinin karşılanması hususunda vergileme yerine başka alternatif kaynaklara yönelmesi daha doğru olacağı kanısındayız. (1) Nami Çağan, Vergilendirme Yetkisi, İstanbul: Kazancı Hukuk Yayınları, 1982, s.3. (2) Bkz. Salih Turhan, Vergi Teorisi ve Politikası, İstanbul: Der Yayınları, 1987, ss. 20-21, Nihat Edizdoğan, Kamu Maliyesi-II, 4. Baskı, Bursa: Ekin Kitabevi, 1998, ss.49-50. (3) Selahattin Tuncer, Kamu Maliyesi, İstanbul: Eskişehir İTİA Yayınları, 1969, s.157-158. (4) Ömer Faruk Batırel ve diğerleri, Türk Vergi Gelirlerini Artırma Yolları, Alternatifler Ve Beklentiler, İstanbul: İTO Yayın No:1989-15, 1989, s.5. (5) Coşkun Can Aktan, " Vergileme yetkisinin Sınırlandırılması ve Anayasal Vergi Düzeni", Vergi Sorunları Dergisi, Sayı: 118 ( Temmuz, 1998), s.13; Coşkun Can Aktan," Gerçek Demokrasi Anayasal Demokrasidir", Başak Dergisi, Sayı: 98 ( Mart- Nisan, 1998), s. 91. (6) Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, 3.Baskı, Bursa: U. Ünv. Güç. Vakfı Yayınları, 1996, s.160. (7) Karl Popper, Yüzyılın Dersi, Ankara: SPK Yayınları, 1997. (8) Bülent Dâver, Siyaset Bilimine Giriş, 5. Baskı, Ankara: Siyasal Kitabevi, 1993, s.164. (9) Anayasa Mah.26.6.1985 tarihli ve 18793 nolu Resmi Gazetede yayınlanan 18.2.1985 Tarih ve E.84/9, K.85/4 sayılı kararı. (10) Arif Nemli, Kamu Maliyesine Giriş, İstanbul: İ.Ü.İ.F. Maliye Enstitüsü Yayınları No:62, 1979, s127. (11) İsmail Türk, Maliye Politikası, 8.Bası, Ankara: “S” Yayınları, 1989, s.277. (12) Heinz Haller, Maliye Politikası (Çev: S. Turhan), 3.Baskı, İstanbul: DER Yayınları, 1990, s.312. (13) Mualla Öncel, Ahmet Kumrulu ve Nami Çağan, Vergi Hukuku, 6. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi, 1998, ss.45-46. (14) Bu konuda bazı öneriler bkz. Coşkun Can Aktan, “Değişim ve Türkiye’de Devlet Reformu”, İşveren Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 9 (Haziran, 1998), ss.12-20. (15) Bu konuda bkz. Gürol Banger, “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması Projesi”, İşveren Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 9 (Haziran, 1998), ss.21-23. (16) TBMM, Zabıt Ceridesi, C:8, s. 237; Cihan Duru, “Atatürk Döneminde Olağanüstü Vergiler”, Maliye dergisi, Atatürk Özel Sayısı (Ekim, 1981), s.273. (17) Fethi Heper, Toplumsal Yapı İle Vergi Yapıları Arasındaki İlişkiler, Eskişehir: E.İ.T.İ.A. Yayını, 1981, s.60. (18) Şinasi Aydemir, “Kayıt Dışı Ekonomi Üzerine-II”, Vergi Dünyası, Sayı: 162 (Şubat, 1995), s.40 (19) Geniş bilgi için bkz. Adnan Gerçek ve Mehmet Yüce, Mükelleflerin Vergiye Yaklaşımı Açısından Türk Vergi Sisteminin Değerlendirilmesi, Bursa: Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Yayını, 1998. (20) Sümer Oral, Türkiye Gazetesi, 26.08.1999, s.6. (21) Sarıbay, a.g.e., s. 156-157. (22) Bkz. Haşmet Başar, “Depremin Maliyeti Neden Yükseldi?”, Türkiye Gazetesi, 28 Ağustos 1999, s.7.
KAYNAKÇA:
|