YIL: 7
SAYI: 81
EYLÜL 2004
 

önceki

yazdır


 

Talat SARAL

 

 

  

ABD VE AB KISKACINDA NEREYE GİDİYORUZ?


 Kendi iç yapımızdan, çelişkilerimizden ve kısır çekişmelerimizden doğan, onyılların birikimi olan ve artık kronikleşen sorunlarımız hiç gündemden düşmezken; çoğu, adeta sorun üretme makinesi olan coğrafyamızdan kaynaklanan iç ve dış gelişmelerle krizler bunlara durmadan yenilerini ekliyor.

 

Sorunlar yumağı olan dışarıyla bağlantılı gündemimize ve bunların ortaya koyduğu çarpıklıklara değinerek, bazı değerlendirmeler yapmaya ve gelecek için yol gösterici sonuçlar çıkarmaya çalışalım.

 

Yeni Komşumuz ABD’nin Yaptıkları

 

·                       Süleymaniye Baskını: Uluslararası hukuku hiçe sayıp Irak’ı resmen işgal ederek artık yeni komşumuz olan dost ve müttefik, hatta stratejik ortak (?) ABD, 4 Temmuzda Süleymaniye’de resmen görevli birliğimize barbarca bir baskın yapıyor. Türkmen kuruluşlarına da yönelik baskının emir vereni meçhul, ancak muhbiri Talabani’nin aşireti. (O Talabani ki, Barzani ile birlikte 12 yıldır Türkiye’nin sırtından çekiç güç ile palazlanan ve Habur’dan beslediğimiz, ne yazık ki yine Barzani ile birlikte ABD’nin (tüm Irak’ı karşısına alma pahasına) el üstünde tuttuğu çok yüzlü bir siyaset piyonudur). Bu baskında 11 subayımızın başına çuval geçiriliyor ve askerlerimiz 60 saat süreyle esir misali hapiste tutuluyor.

 

Gözbebeğimiz ordumuza ve ulusal onurumuza yönelik bu açık ve ağır saldırı, yasak savma türünden cılız birkaç beyan ve münferit bazı çıkışlar dışında nerdeyse tepkisiz kalıyor. ABD ile ilişkilerimizde “en büyük güven bunalımını” yaratan bu akıl almaz olaydan dolayı, göstermelik araştırma komisyonundan sonra, bizden bir özür bile dilenmiyor ve sorumlular hakkında hiçbir işlem yapılmıyor. Devamında, ABD savunma bakanı Rumsfeld’in başbakana muhatap usul ve nezaket dışı mektubunda ise bu skandal adeta savunuluyor.

 

·                       Türkmenleri Dışlama, Kürtleri Kayırma: Bu konuda savaş sonrasındaki şu tipik ve maksatlı uygulamalar çok şeyi apaçık ortaya koyuyor:

 

-            Irak’ta 26 kişilik geçici Hükümet Konseyi, savaşın sona ermesinden epeyce sonra nihayet kuruluyor. Ancak konsey üyelerinin paylaşımında Müslüman Araplar Sünni ve Alevi olarak ayrılırken, Kürtlerde böyle bir ayrıma gidilmiyor. Tamamen aksine, aralarında kan davaları olan Barzani ve Talabani grupları baskı ve vaadlerle birleştiriliyor. Bu ABD vesayetindeki konseyde birkaç yüzbin kişilik Hıristiyan azınlık, en az üç milyonluk Türkmenlerle bir tutuluyor (1’er üye). Üstelik seçilen Türkmen üyeyi de pek tanıyan yok ve bu üye, Irak’a demokrasi vadeden ABD’nin, anlaşılmaz şekilde tanımak istemediği Türkmenlerin değil, Talabani’nin temsilcisi gibi... Buna karşılık Irak’ta Türkmenlerden biraz fazla  olduğu söylenen Kürtlere bu konseyde tam 5 üyelik ayrılıyor. Bunların biri de meğer PKK/KADEK’in mensubu imiş. Üstelik bu üye (Mahmut Osman), Malezya’daki İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) son toplantısında Irak’ı temsil ediyor. Yani orada bizim resmi muhatabımız oluyor...

 

-            Anadolu’dan da önce Irak’a yerleşen bu büyük ve eğitimli Türkmen varlığı, birkaç bin kişilik “geçici Iraklı” teröristle aynı kefeye konuluyor. Dahası, Türk oldukları için kendilerine “dostumuz” ABD tarafından adeta suçlu (?) gözüyle bakılıyor, Kürtler silahlandırılırken Türkmenlerin silahları alınıyor.

 

-            Hükümet Konseyi içinden seçilen 9 kişilik İcra Kurulu’na hiçbir Türkmen alınmazken, konsey üyesi Barzani ve Talabani buraya da seçiliyor ve demokrasinin özü olan çoğunluk esası bir tarafa itilerek, bu kurul başkanlığının birer ay süreyle dönerli olarak yapılması kabul ediliyor. Başka bir deyişle, yine halkın büyük çoğunluğunu karşısına alma pahasına ABD bu malûm ikiliye başbakanlık yolunu da açıyor.

 

-            Irak’a sözüm ona demokrasiyi getirmek için yeni anayasayı hazırlayacak 25 kişilik Anayasa Komisyonu’nun başına da yine bir Kürt tesadüfen (!) getiriliyor. 25 milyonluk koskoca Irak’ta bu işin erbabı bir başkası (örneğin bir Arap bilim adamı) yokmuş gibi...

 

-            Ve nihayet, 1 Eylül 2003’te açıklanan, işgal döneminin 25 kişilik ilk Bakanlar Kurulu’nda da ABD’nin kasıtlı ve yanlı tutumu yine sürüyor: Yeni kabinede Kürtlere yine 5 üyelik verilirken, Türkmenlere (Asuriler gibi) yalnızca bir koltuk bırakılıyor. Daha da önemlisi, Türkmenlere göstermelik bir bakanlık verilirken, Kürtlere verilen bakanlıklar arasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren dışişleri, su-enerji ve bayındırlık bakanlıkları da bulunuyor ve bu bakanların ilk görevleri kurulmuş plak gibi, türlü bahanelerle Türkiye’yi suçlamak, daha doğrusu kendi gruplarının propagandasını yapmak oluyor.

 

Bütün bunların adına da Irak’ta demokrasiye geçiş (!) deniyor...

 

·                       PKK/KADEK’e Bakış: ABD, PKK/KADEK’i terörist listesini alıyor, ama Kuzey Irak’taki varlığına (Kandildağı kampları) hiç dokunmuyor. Dahası, 4-5 bin kişilik bu teröristlere Irak’ta bile söz hakkı tanıyor. Ayrıca, yakın geçmişte Türkiye’yi kana bulayan bu teröristleri (uygun ortam hazırlayarak) Türkiye’ye göndertmek istiyor. Bu da “eve dönüş projesi” oluyor. Ancak çıkan yasaya rağmen, dağdan ve hele Irak’tan eve dönen yok gibi. Anlaşılan yeni istekler ve pazarlıklar olacak. Nitekim, CIA elemanları bunlarla bir bakıma Türkiye’nin sırtından pazarlığa başlıyor. Tabii bu pazarlıklar, Kuzey Irak’a zorla götürüldüğü söylenen 13 bin nüfuslu Kürt ailelerin dönüşü için de yapılıyor.

 

·                       PKK/KADEK’in Ateşkese (!) Son Vermesi: Teröristbaşının yakalanmasından sonra, kendilerine göre tek yanlı olarak sözde silah bırakan terör örgütü (o tarihte PKK), 1 Eylül 2003 tarihinde bu ateşkesi sona erdirdiğini PKK/KADEK olarak yandaşlarına müjdeliyor (!). Ama bu açıklama ve Türkiye’de yer yer başlatılan terör eylemleri, ne ABD’nin bunlara karşı nihayet harekete geçmesine ve ne de özellikle AB’nin KADEK’i bir terör örgütü olarak tanımasına yetiyor.

 

Aslında yapılmak istenen, efendilerinin talimatıyla isim değiştiren bu terör örgütüne (diğer dönecekler ve hapishanelerden salıverileceklerle birlikte) Türkiye’de siyasi faaliyet için uygun zemin hazırlamak, özel birliklerimizin Kuzey Irak’tan çekilmesini sağlamak ve böylece Barzani-Talabani piyonlarına meydanı boş bırakmaktır. Bu ne tür bir dostluk, nasıl bir stratejik ortaklıktır?..

 

·                       Nüfus Yapısına Ters Uygulama: Irak’ın kuzeyi (Osmanlı’nın eski Musul vilayeti), toplam olarak çoğunlukta olan Arap, Türkmen ve diğer gruplara rağmen, Barzani ve Talabani’ye bağlı aşiretlere adeta peşkeş çekiliyor. Bu bölgede seçilen bir valiyi Türkmen olduğu için ABD onaylamıyor. Kerkük’te Türkmenler çoğunlukta olduğu halde, Talabani’nin bir adamı vali yapılıyor ve 2.700 polisten 2.000’i Peşmergelerden seçiliyor. Kürtlerin akın akın Kerkük’e ve diğer Türkmen bölgelerine gelmelerini, tapu ve nüfus dairelerini yağmalamalarını ABD sadece seyrediyor. Irak’ın kuzeyinde dağ taş malûm bayraklarla donatılıyor. ABD’li bölge komutanı ve asla unutamayacağımız çuval olayının baş sorumlusu Albay Meyville; Barzani-Talabani ikilisine sürekli kıyak yapıyor, madalya veriyor ve zemin kazandırıyor.

 

Böyle olunca da olayların ardı arkası kesilmiyor. Türkmenlere yönelik son katliamda failler belli olduğu halde,  ABD hala Türkmenleri vuruyor ve Türkmen cephesinin merkezini basıyor. Bu çarpık, hatta düşmanca tutum da yetmiyor, bu gruplara kuzey sınırının güvenliği veriliyor. Ne için ve kime karşı?..

 

·                       Boru Hattına Sabotajlar: Irak petrolünün ihracı için çok önemli olan Kerkük-Yumurtalık boru hattına sıkça sabotajlar düzenleniyor. Bunların failleri pek aranmıyor, aransa da zaten blun(a)mıyor. Büyük bölümü Kürt bölgesinden geçen bu hattın güvenliği malûm ikiliden nedense hiç sorulmuyor. Sorulsa ve ABD tarafından Barzani-Talabani ikilisine örneğin, “Bu hattın korunmasından siz sorumlusunuz, aksi takdirde bunun güvenliğini Türk askerleri üstlenecektir” dense, sorun hemen çözülür. Türkiye de tüm Irak halkı da bundan yarar sağlar.

 

ABD bunu neden yapmıyor? Kürtlere söz geçirememeleri asla düşünülemeyeceğine göre, geriye şu ihtimaller kalıyor: Kerkük-Yumurtalık hattını riskli göstermek ve İsrail’in iştahla beklediği Musul-Hayfa hattını devreye sokmak ve bu piyonların konumlarını güçlendirmek...

 

·                       Sn. Gül’ün ABD Gezisi ve Yeni Tezkere: Tezkere krizine tuz biber eken Süleymaniye baskınına ve “Türkiye’nin başına çuval geçirilmesine” rağmen ve özür dahi dilemediği halde, Sn. Gül ABD’yi resmen ziyaret ediyor. Üstelik ABD ile gizli anlaşma yapıldığı söylentilerinin ayyuka çıktığı bir dönemde... Daha önce teknik altyapısı Sn. Uğur Ziyal tarafından hazırlanmış olan bu gezide, Irak’a asker göndermemiz konusunda görüş birliği sağlanıyor ve daha öncekinin aksine, bu kez müzakereler tamamlanmadan hükümet Ekim ayı başında bu konuda TBMM’den gerekli izin ve yetkiyi alarak elini güçlendiriyor. (Bu yeni yöntemin ne ölçüde yarar sağlayacağı, süren müzakerelerin sonucunda ve özellikle “görev yeri” konusunda ortaya çıkacaktır.)

 

·                       Zebari’nin Zırvaları: ABD tarafından Irak’ın geçici hükümetinde dışişleri bakanlığına bilinçli bir şekilde getirilen bu zat, tüm Irak’ı temsil edeceğine dair taze yeminini hemen unutarak, Türkiye aleyhine zehir zemberek demeçler vermeye başlıyor; Irak üzerinde “gizli emellerimiz” (?) olduğundan söz ederek (Irak’ı bölmeye yönelik Kürt “açık emellerini” unutarak), asker göndermemize karşı çıkıyor ve tehditler savuruyor. O kadar ki, efendisi ABD bile bundan rahatsız oluyor, “gereğinin yapılacağını” söylemek zorunda kalıyor. Ama buna rağmen hazret nankörlüğünü sürdürüyor. Bu “sahibinin sesi”ne Talabani amcasından Kerkük-Hatay saçma kıyaslı tehditle (!) Barzani’den de konseyden istifa blöfüyle destekler de geliyor.

 

Tuhaflıklar burada da bitmiyor: ABD baskıları sonucu, daha önce Irak geçici yönetimini tanımayan Arap Birliği (?) de bu zatı “Irak adına” toplantısına kabul ediyor. Fakat İKÖ daha temkinli davranıyor, Irak’taki işgal yönetimini ve onun kukla organlarını tanımamayı son toplantısına kadar sürdürüyor.

 

·                       Türkiye’ye Baskı: Malûm Ermeni tasarıları temcit pilavı gibi ABD kongresinin gündemine getirilerek, işlerine geldiğinde stratejik ortak (?) yaptıkları Türkiye’den her defasında  yeni tavizler koparılmaya çalışılıyor.

 

·                       Kıbrıs Dayatmaları: Çöpe atılmış olan Annan planını tekrar diriltmek için AB yanında ABD de durmadan bastırıyor. Washington’un özel temsilcisi Ankara’yı adeta komşu kapısı yapıyor. Buradaki amaç, ABD’deki Yunan lobilerinin istekleri doğrultusunda Ankara’nın Kıbrıs’ta Annan planını Atina ve Brüksel’in istekleri doğrultusunda Türkiye’ye ve KKTC’ye kabul ettirmek. Bu baskılara karşı ne yazık ki Ankara’dan gür bir ses duyulmuyor. Tamamen aksine KKTC’deki sözde muhalefet partilerinin, Rum kesimi ile ve AB ile işbirliği içinde hazırlamış oldukları Sn. Denktaş’a yönelik ihanet planları gündeme getiriliyor, bunlara yönelik Atina ve Brüksel’in açık desteklerine de bir tepki gösterilmiyor. Ancak Sn. Denktaş’ın “Anadolu’yu arkama alırım” şeklindeki yerinde beyanı nedense Ankara’da birilerini rahatsız ediyor.

 

Bütün bunlara karşı, Irak’ta batağa saplanan ve hemen her gün kayıp veren ABD, büyük bir pişkinlikle Türkiye’den askeri birlik (aslında kalkan) istiyor. Kabul edilen son tezkere ile de bu isteğin karşılanması yolu açılmış oluyor. Ama ABD bu konuda taktik gereği umursamaz bir tavrı sergiliyor. Amaç, asla unutamayacağımız Süleymaniye baskınını hasıraltı etmek, PKK/KADEK konusunda zaman kazanmak ve “istemezük” çülerini koro halinde konuşturarak yeni bir pazarlığa kapı açmadan bize özellikle görev yeri konusunda emrivaki yapmak...

 

AB Teslimiyetçiliği, Diğer Tavizler ve Faturaları

 

·                       Uyum Paketleri Kumarı: AB ile ilişkilerde, 2004’te müzakere tarihi alma uğruna peş peşe uyum (?) paketleri hazırlanıyor. Yeni tavizleri içeren sonuncusunun (7. paket) 23 Temmuzda da Erzurum Kongresi’nin toplandığı binada yapılan bakanlar kurulu toplantısında imzalanması çok manidardır. (O Erzurum Kongresi ki, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından vatanı kurtarmak için Sevr’i Lozan’a dönüştürme yolunu açan tarihi kararlara sahne olmuştu). Onlar ise en yetkili ağızlardan bizi üye yapamayacaklarını her fırsatta tekraren söylüyor. Yeni örneği, geçen Temmuz ayında Verheugen’in basında kanıtlanan son Berlin itiraflarıdır.

 

·                       Papandreau’nun Küstahlığı: Sözde adaylık sürecinde takvim uğruna uyum paketleriyle yaptıklarımız ve AB’nin bu konulardaki müdahaleleri giderek tahammül sınırlarını aşıyor. Son örneği, Yunan dışişleri bakanının küstahlık derecesindeki hükümet-ordu ilişkileri hakkında AKP-TSK rekabetinde (!) hükümet ordunun siyasi ağırlığını kaldıracak” mealindeki çirkin iddialarıdır. AB Troykası büyükelçilerinin Temmuz ayında dışişleri bakanlığını ziyaret ederek, gayri müslimlerle ilgili dini özgürlüklerin genişletilmesi isteklerini dile getirmeleri, artacağı anlaşılan bu müdahalelerin başka bir boyutudur.

 

·                       Patriğin Ziyaretleri: Türkiye’de ekümenlik (Vatikan türü bir din devleti) iddiasında olan Fener Rum kilisesi Patriği Partalemous, geçen Ağustos ayında yanında avukatları ve danışmanları da olduğu halde, bir dini cemaat lideri olarak değil, bir devlet başkanı edasıyla Sn. A. Gül’ü ziyaret ediyor ve diğer istekleri yanında Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını istiyor. Bu talebe Sn. Bakan tarafından ne cevap verildiği bilinmiyor. Ancak önemli olan böyle bir buluşmanın vuku bulmasıdır. Çünkü bir cemaat liderinin Türkiye’de resmi makamlarla herhangi bir sorunu varsa, bunun muhatabı dışişleri bakanı değil, İstanbul valiliği (hatta ilgili kaymakamlık), en çok içişleri bakanlığı olabilir...

 

·                       İsveç’in Sevr Gayretkeşliği: Yine geçen Ağustos ayında; 30 Ağustos ve Lozan’la çoktan çöpe atılmış olan Sevr’in 83. yılına denk getirilen bir toplantı İsveç’te yapılıyor. Tabii konu Türk toprakları üzerinde Ermeni ve PKK/KADEK hayallerini yinelemek, Türkiye’yi parçalama ihanetlerine AB taşeronluğunda hız vermek... Bu toplantıda hükümete de destek veren İsveç muhalefetinden Bayan Ulla Hoffman baklayı ağzından çıkarıyor ve “AB, Kopenhag kriterleri ile bir anlamda Sevr’i Türkiye’ye kabul ettirmiştir” diyor. Bu yönde başka sözcüler de hezeyanlar savuruyor ve alınan kararlar başta Brüksel olmak üzere ilgili merkezlere duyuruluyor. Bunlara karşı da Ankara’dan bir resmi tepki ne yazık ki gelmiyor.

 

·                       Revize Ulusal Programdaki Temel Yanlışlık: Türkiye, özellikle Aralık 1999’da adaylık havucu ile ödüllendirildikten sonra, AB konusunda öyle bir teslimiyetçi yaklaşım içine sokuldu ki, Kopenhag Kriterleri’ne göre masaya oturmak için yalnızca siyasi kriterleri yerine getirmek gerektiği halde, hazırlanan “revize” Ulusal Programda (UP) ilkinde olduğu gibi, ekonomik kriterlere de uymayı kendiliğimizden kabul ediyoruz. Bir yetkili/sorumlu çıkıp şunları soramıyor:

«

-            (Diğer adaylara da aynı şablon uygulandığı iddiasına karşı), onlar hemen masaya oturdu, biz ise 4 yıldır neden bekliyoruz?

-            Hem IMF’ye hem de AB’ye ekonomik program taahhüt ediyoruz. Aralarında fark yoksa bu gayretkeşliğin ne gereği var? Eğer fark varsa, hangisi daha önemli ve öncelikli olacak? »

 

·                       GB Faciası ve Dış Ticaretimiz: Sırtımızdaki bıçak olan GB yüzünden dış ticaret açığı bu yıl da dörtnala rekora koşuyor. Bu açık son olarak Temmuz ayında 18 milyar dolara yükseltilerek revize ediliyor. Devlet bakanı Sn. Tüzmen bunu (60-40=) 20 milyar dolar olarak söylemişti. (Bu durum, GB yüzünden AB üyelik hayallerimizin uzun süreli olamayacağını, GB’nin derhal diğer adaylar gibi serbest ticaret antlaşmasına dönüştürülerek askıya alınması gerektiğini, aksi takdirde ekonomik çöküşün ve beraberinde getireceği siyasi bunalımların artarak süreceğini de ortaya koymaktadır.)

 

Patlayan ithalatın getireceği riskleri düşünenler çok az. Onların da çoğunluğu sebebi yalnızca düşük kura  bağlıyor. Oysa esas neden Gümrük Birliği’nin (GB) ta kendisidir. Hükümetin ekonomik programında yer alan cari açık (dış ödemeler açığı) son 10 ayda 3 defa revize edilerek 3 milyar dolardan 7,4 milyar dolara yükseltiliyor. Yıl sonunda bu hedefin de aşılması muhtemel görünüyor.

 

 

Öncelikle sormak gerekir: Bu nasıl bir ekonomik öngörü? Böyle bir program iç ve dış piyasalara ne kadar güven verebilir? Tabii diğer dış borç ödemelerine ilaveten bu açığın da finansmanı gerekir. “IMF’nin borç ötelemesi bunun için bir fırsattır” diyelim. Peki sonraki yıllarda ne yapacağız? Yoksa, açığın olmaması için yine (astarı yüzünden pahalı) krizlere veya ağır şartlara bağlanan 8,5 milyar dolarlık ABD kredisine mi bel bağlayacağız? Bu açıkların GB’den doğduğunu ne zaman kabul edeceğiz? AB ile teslimiyet ilişkilerimizi sıcak tutma uğruna, Yeni Cami önünde dilenip, Beyazıt meydanında sadaka verme tuhaf görünümünden nasıl kurtulacağız? (1)

 

·                       GB ve Tekstil Kotalarının Kalkması: GB’nin yol açtığı genelde gözden kaçan bir başka tehlike de şu: Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kapsamında, 140’tan fazla üye ülkenin imzaladığı  “Çok Taraflı Tekstil ve Giyim Eşyası Sözleşmesi (9. madde) ile, 2005’te kalkacak tekstil kotaları yine GB yüzünden Türkiye’ye yeni/ek faturalar getiriyor: GB’ye dahil olduğumuz için gelişmiş ülke (!) kabul edilerek, az gelişmiş ve gelişme yolundaki ülkelere (üçüncü ülkeler) en yüksek gümrük indirimini uygulayacağız. Başka bir deyişle, iç pazarımızı ancak (ve en çok) halen AB üyesi olan gerçekten gelişmiş ve zengin ülkeler kadar (çok düşük gümrük duvarlarıyla) bu üçüncü ülkelere karşı korumaya çalışacağız. Oysa, GB’ye dahil olmasaydık, 3. ülkelere karşı koruma duvarımız (gelişme yolundaki diğer ülkeler gibi) daha yüksek olacaktı.

 

Böyle bir durumda 2005’ten itibaren tekstil ve konfeksiyon ihracatımızda bir artıştan söz etmek yerine, iç pazarımıza yönelik üçüncü ülkelerin (özellikle Çin’in) doğacak ticari saldırılarını nasıl karşılayabileceğimizi düşünmemiz gerekecektir. Ama, yumurta henüz kapıya gelmediği için, hemen her çeşit malla piyasaları adeta istila eden Çin mallarına rağmen, herkes rehavet içinde gözüküyor. GB yüzünden doğacak bu ek kaybımızı, diğerlerinde olduğu gibi AB’nin karşılamayacağı açıktır. Peki, bunları kim, nasıl ve nereden karşılayacak?

 

·                       İkiz Sözleşmeler: Yine aynı havuç uğruna, uyum paketi adı altında Türkiye’nin geleceği ile kumar oynandığını çoğu yetkililer ve kesimler göremiyor. Bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi de 37 yıldır sakıncalı gördüğümüz BM’nin İkiz Sözleşmeleri’ni birden çok “yararlı” buluyor ve yürürlüğe koyuyoruz. Bu sözleşmelerin özellikle 1. ve 5. maddeleri, bağımsızlığımız ve geleceğimiz açısından zehir zemberek ifadeler içeriyor. Geçen  yıl  yine  takvim  alma uğruna çıkarılan ve Cumhuriyetimizi temellerinden sarsacak unsurları taşıyan 3 Ağustos yasalarına destek verenleri, “%70’i AB’den yana (?)” denen Türk seçmeninin 3 Kasım’da sandığa gömdüğü çok çabuk unutuluyor.

 

·                       IMF’ye Bağımlılık: IMF ile ilişkilerimizde, bizi açıkça sömüren yüksek faizle ve ekonomimizi felce uğratan ağır şartlarla aldığımız krediler, bir yandan da dış politikamızı adeta ipotek altına alıyor. Buna rağmen İMF’nin dayattığı program uygulaması 2004 sonunda bittiği halde, Türkiye 2008’lere kadar İMF’nin göz hapsinde kalacak. ABD’nin karşılıksız (!) 8,5 milyar dolar kredisi de IMF denetimine sokuluyor.

 

Bu yardımın şartları arasında yer alan “Kuzey Irak’a girmeme” hükmü, ekonomik teslimiyeti askeri ve siyasi alana da taşıma yolunu açıyor. Çünkü, bunlara razı olacak siyaset, ya kendine güvenmediğini ya da ekonomik esareti ve beraberinde gelen siyasi aczi peşinen kabul etmiş olur.

 

Değerlendirme

 

·                       ABD’nin Irak Planları: ABD’nin yeni hükümetle Irak’ta oynamak istediği oyunun en azından Kürtlerle ilgili bölümü yavaş yavaş netleşiyor: Bir yandan demokrasi misyonunu sürdürmek; ama bir yandan da Kürtlere hükümette de 5 önemli bakanlığı vererek, Irak’ın geleceğinde onları söz sahibi yapma yolunda adım adım ilerlemek, zamanı gelince de gereğinin yapılmasının yolunu açık tutmak; kısaca, tüm aksi beyanlara rağmen en azından bu yönden Irak’ı parçalamak... Nitekim, malûm ikilinin yeni Irak anayasasında federal yapıya (hatta referandumla federasyondan ayrılma hakkına) yer verilmesinde ısrarlı olmaları bunu gösteriyor. Taktik bu olunca baş piyonlar, Zevari ve diğerleri bu yöndeki zırvalarını sürdürecektir. Bu zat yakında AB’nin önemli merkezlerine ve hatta Ankara’ya da Kürt elçiler atarsa hiç şaşmamak gerekir. (Saddam dönemi ve çekiç güç artık sona erdiğine göre, Barzani ve Talabani’nin Ankara’da ne için ve hangi statü ile hâlâ temsilcilikleri bulunuyor? Bu soru cevapsız kalmamalıdır. Aksi takdirde, piyonların ekmeğine yağ sürmüş oluruz.)

 

·                       ABD Kredisini İyi Okumalıyız: ABD’nin, 1 Mart tezkeresinin reddine rağmen, Türkiye için aylar önce açıklamış olduğu 1 milyar dolarlık hibe veya 8,5 milyar dolarlık kredi konusu yılan hikayesine dönmek üzeredir. Bu pek de beklenmeyen yardımın başlangıçta karşılıksız olduğu açıklanmıştı. Daha sonra bunun hava sahamızı ABD’ye açmamız karşılığı olduğu söylendi. Nihayet, ABD hazine bakanı dün baklayı ağzından çıkardı: Yardımı yeni tezkere Meclis’ten geçince alacaksınız... Böylece ABD ince bir taktikle bir taşla üç kuş vurma yolunu seçti. Yani, bu taktikle hava sahamızı açmamızın ve Süleymaniye’deki düşmanca baskının bedeli (sanki bu barbarlık parayla unutulabilirmiş gibi) kendilerince ödenmiş olmakla kalınmıyor; ayrıca kabul edilen yeni tezkerenin gereği (Irak’a asker göndermemiz) yanında, Kuzey Irak’a girmememiz de garantiye alınmak isteniyor.

 

Kanımca ABD’nin bu manevrasında çok önemli olan dördüncü bir “kuş” daha vardır: IMF’nin (aslında üzerimizdeki vesayetini sürdürmek için) bazı taksitlerimizi erteleme lütfu (!) ile birleştirildiğinde; ABD’nin vereceği bu kredi de “IMF ile ilişkilerin devamı” şartına bağlanmış olmakta ve dolayısiyle Türk ekonomisinin  2008’e kadar (gerekli dizginleme operasyonlarının tamamlanması için) ABD/IMF’nin kontrolünde kalması sağlanmaktadır. Hükümetin, “mal bulmuş mağribi” misali bu krediye peşinen kanmayarak, ince oyunlara karşı çok titizce bir pazarlık sürdürmesi ve IMF ipoteğine razı olmaması gerekir.

 

·                       Şaşı ve Kararsız Siyaset: Türk kamuoyu, sözde sivil toplum kuruluşlarının ve güdümlü kimi medya odaklarının da yanlış yönlendirmeleriyle, genelde bu sorunları değil, hayalleri tartışıyor; mevcut dış sorunlar karşısında, bu hayaller uğruna verdiğimiz taviz üzerine tavizleri alkışlıyor. “AB ne der, ABD nasıl karşılar?” açmazında şaşı olan ve kararsız/yetersiz kalan siyasetimiz ise proje üretemiyor, çözüm getiremiyor. Ünlü deyimle “İki cami arasında binamaz” durumda, şirin görünmeye çalışarak ve vakit öldürerek sorunları ertelemeye çalışıyor, aklınca zaman kazanıyor, aslında tempo ve mevzi kaybediyor...

 

·                       Milli Bünyede Tahribat Girişimleri: Türkiye’nin milli güç unsurları (siyaset, ekonomi, kültür, nüfus, jeopolitik ve ordu) bilinen iç ve dış çevrelerce kasıtlı ve bilinçli olarak tahrip edilmeye çalışılıyor. Cumhuriyetimizin ve geleceğimizin temel yapı taşları olan bu güç unsurlarının ilk beşinde şimdiye kadar maalesef büyük tahribat yapıldı, yapılıyor. Şimdi son kalemiz ve en büyük güvencemiz olan Türk Silahlı Kuvvetleri hedef yapılmak isteniyor. Bu yollarla Türkiye’nin kendine uygun proje ve çözüm üretme yeteneği zayıflatılıyor, hatta ortadan kaldırılmak isteniyor.

 

·                       “Realpolitik” Yutturması: Türkiye yine aynı çevreler tarafından tam bir teslimiyet içinde tek süper güç ABD’nin bölgedeki emellerine hizmet edecek (veya AB kapısında beklemeye mahkum olacak) bir statüye (stratejik jandarma) sokulmak isteniyor. Bunun adına da realpolitik (!) deniyor.

 

·                       Tepkisiz ve Duyarsız Kamuoyu: Kamuoyunda bu çok tehlikeli gidişe dur diyecek bir hareket gözükmüyor. Akıl almaz skandallar ve olaylara karşı adeta üzerine ölü toprağı serpilmiş toplumumuzdan bir çıt bile çıkmıyor. Umursamazlık, salt kişisel çıkarcılık ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” köhne anlayışı, işsizliğin ve geçim sıkıntısının yarattığı yılgınlık ortamında hemen her kesime hakim oluyor.

 

Milleti, devleti, ülkeyi düşünenlerin değil; varlığımızı ve bizi biz yapan değerleri adeta hedef yapanların sesi çıkıyor. Bize karşı ikiyüzlülük şampiyonu AB’nin üyeliğini ve yeni komşumuz ABD severliğini, çağdaşlık ve küreselleşme maskesiyle kendilerine rehber yapan numaralı cumhuriyetçiler, burnunun ucunu dahi göremeyen hayal ötesi iyimserlerle birlikte, iç ve dış bölücülerin iflah olmaz destekçileri kesiliyor. Hayret ki, ne hayret!..

 

·                       Kaybedilen Ekonomik Silahlar: GB’ye kadar dış ticareti yönlendirmede devletin elinde başlıca şu dört araç bulunmaktaydı: Kur, gümrük ve teşvik politikaları ile tarife dışı engeller.

 

-            Ekonomimizi Anayasa’nın 6. ve 90. maddelerine aykırı olarak tek yanlı AB’ye bağlayan GB, bu silahlardan en önemlisi olan gümrük politikalarını doğrudan belirleme yetkisini elimizden almıştır. TBMM’nin onayından geçirilmeyen bu anlaşmaya göre örneğin ithalat üzerine ek bir vergi koyamayız. Bu yüzden, böyle bir önlemi öngören Anayasa’nın 167. maddesi bile uygulanamaz durumda kalmıştır.

 

-            Teşvik politikalarımızı da kendi ekonomik çıkarlarımıza ve ihtiyaçlarımıza uygun şekilde belirleme imkanı GB yüzünden kalmamıştır. Bu alanda da AB’nin devlet yardımları mevzuatına uymak zorundayız.

 

-            Kur politikası esasen İMF güdümünde belirlenmektedir. 1999’da bize çıpa sistemini (sabit kur) tavsiye eden IMF, Şubat 2001 krizini bahane ederek, bu defa dalgalı kuru dayatmıştır.

 

-            Tarife dışı engeller konusunda ise AB’li partnerlerimiz ve ABD bizden çok daha profesyoneldir. Ne yapsak, engeller ve ek maliyetler yaratmada onlarla yarışamayız.

 

Bu durumda Türkiye’nin dış ticaretini ihracat yönünde geliştirmesi (2004 yılında rekor düzeyde ihracat artışı öngörülüyor); komşularımızla ticareti sınırlandıran GB ve hammadde yönünden dışa bağımlı ithal ikameci sanayi yapımız nedeniyle son derece zordur.

 

·                       AB Konusunda “%70” Yalanı: Özellikle AB’nin adaylık havucundan sonra Türkiye’de söylenen bir büyük yalan vardır: “Anketlere göre halkın %70’den fazlası AB’yi istiyor...” Bu büyük yalanın temel sebebi “AB’yi ister misiniz” yalın ve maksatlı sorusudur. Çünkü böyle bir soru karşısında hemen herkes yalnızca AB’nin artılarını (iş ve göç imkanları, refah artışı, demokrasimizin gelişmesi vb.) hayal ederek cevap veriyor ve buna rağmen halkın AB tercihi ancak %70’leri bulabiliyor. AB’nin gerçekte ne olduğunu, nereye doğru gittiğini ve Türkiye’den tam üyelik karşılığında aslında hangi ek şartları istediğini bilen çok az. Nitekim aynı anketlerin bir sorusuna verilen ve medyamızca genelde hasıraltı edilen şu tesbit bunu gösteriyor: “Anketlere cevap verenlerin yalnızca %2’si AB’nin ne olduğunu biliyor.” Bir kimsenin, bir toplumun ne olduğunu bilmediği birşeye taraftar olması ne kadar anlamlı olabilir?

 

·                       AB’nin (Şimdilik) 7 Ek Şartı: Türk toplumunun AB’ye bakışını gerçekten öğrenmek istiyorsak, öncelikle ona AB’yi ve GB’yi tarafsız bir gözle ve her yönüyle anlatmamız gerekir. Bu görev ilgili kurum ve kuruluşlarımız tarafından maalesef yapılmamış, meydan adeta hayalcilere ve lobicilere bırakılmış, onlar da sözde karşı oldukları Jakocobencilik/tepeden inmecilik anlayışına rağmen, toplum mühendisliğine soyunarak, AB konusunda halka tek yanlı bir medya bombardımanı uygulamışlardır. Ama bütün bunlar halkımızın ancak %70’inden (biraz da ütopik bir yaklaşımla) onay alabilmiştir. Oysa, AB konusundaki görüşü için, diğer adayların aksine bizden istenen ek şartların da topluma anlatılması gerekirdi. Çoğu  masum makyajlı sosyal domdom kurşunlarını andıran bu ek şartların neler olduğunu şöylece özetleyebiliriz:

 

-            Güneydoğu’ya siyasi çözüm (?) getirilmesi.

-            Kıbrıs’ın son Annan planı çeçevesinde bir Yunan adası haline getirilmesi, Kıbrıs Türklerinin de Batı Trakya’daki açık hava hapishanesinde olduğu gibi, giderek Rumların içinde eritilecek bir azınlığa dönüştürülmesi ve Türkiye’nin güneyden kuşatılması.

-            Ege’de, burayı bir Yunan iç denizi haline getirecek ve Türkiye’yi batısından da kuşatacak isteklerin kabul edilmesi.

-            Temcit pilavı gibi her kritik dönemde Türkiye’nin önüne çıkarılan, aslında Türkiye’nin faili değil, mağduru olduğu Ermeni soykırım soytarılıklarının kabulü.

-            İstanbul’daki Fener-Rum Patrikhanesi’ne Vatikan türü bir devlet statüsü tanınması ve buna ilaveten Heybeliada Ruhban Okulu’ nun açılması.

-            Doğu Karadeniz’de Pontus’un ihyası saçmalığına uygun ortam hazırlanması. (Bizzat Yunan Cumhurbaşkanının açılışını yaptığı sözde Pontus soykırım anıtı Atina’dadır.)

-            Türk Ordusu’nun Irak’ın kuzeyine girmemesi. Bu çok yeni ve son şart, birinci dayatma ile yakından bağlantılı olup, bizi üye yapmasını hayal ettiğimiz iki yüzlü AB’nin Türkiye üzerinde hangi emeller peşinde koştuğunun da ibret verici bir örneğidir.

 

(Açıkça söylenmeyen sekizinci ek şart, 8 yıllık GB faciasının devamıdır).

 

Yukarıdaki bu 7 ek şartın özü, bizim yorumlarımız değildir. Her biri ile ilgili Avrupa Parlamentosu’nun ve Avrupa Konseyi’nin kararları ile AB yetkililerinin açıklamaları, ayrıca katılım ortaklığı belgeleri ile ilerleme raporlarının veya çeşitli konulardaki Türkiye raporlarının açık hükümleri mevcuttur.

 

İşin ilginç yanı, birbirlerine rakip olan AB ve ABD bunların çoğunda mutabıktır. Aslında ülkemize yönelik dış tehdidin boyutunu anlayabilmemiz bakımından, bu mutabakat çok önemlidir.

 

Eğer Türk halkının AB konusunda gerçek görüşü isteniyorsa, bu ek şartların da topluma sorulması ve bunlarla birlikte üyeliğin ne ölçüde istendiğinin belirlenmesi zorunludur. Nitekim, diğer aday ülke uygulamalarında (son örneği 10 adaydan 9’unun yaptığı halk oylamalarında olduğu gibi), tam üyelik için tüm şartlar görüşüldükten ve ne alınıp-verildiği kesinlik kazandıktan sonra referanduma gidilir ve “Bu şartlar altında siz tam üyeliği istiyor musunuz?” diye sorulur. Esas sonuç o zaman belli olur.

 

Genel uygulama bu iken; sanki bizden (Kopenhag/Maastrich kriterleri dışında) hiç bir ek şart istenmiyormuş gibi, ayrıca bu şablon kriterleri de doğru dürüst açıklamadan ve en önemlisi bu AB dayatmalarını hiç gündeme getirmeden, halka dönüp “AB’yi istiyor musunuz” diye sormak tam anlamıyla bir saptırmadır. Türk halkının, tüm tek yanlı medya pompalamalarına rağmen bu oyuna gelmediği ve gelmeyeceği açıkça görülmektedir. Çünkü,çağdaşlıkla” hiç bir ilgisi olmayan bu ek şartların değil tamamını, birkaçını, hatta birini dahi kabul etmek, bizi Yugoslavya yapar. Buna kim razı olabilir?..

 

·                       KKTC ile Gümrük Birliği: KKTC ile Ağustos ayında imzalanan GB anlaşması olumlu bir adımdır. Aslında geç kalınan bu anlaşmaya AB’den önce içimizdeki AB lobilerinin ve özellikle TÜSİAD’ın karşı çıkması hayret vericidir.

 

AB’nin bundan rahatsız olması ve hele bunu hukuka aykırı (!) bulması çok ilginçtir. Uluslararası hukuku katlederek Rum kesimini (üstelik tüm Kıbrıs adına) tam üye yapmaya karar veren AB, ne hakla ve hangi yüzle “hukuk”u ağzına alabiliyor? Bu tür çıkışlara karşı susmak veya “zaten çerçeve anlaşmasıdır” diyerek aşağıdan almak değil, tamamen aksine bu gerçekleri AB’ye karşı haykırmak gerekir, anlaşmanın içini bir an önce doldurmak gerekir.

 

·                       Hükümetin Kullanamadığı Şansı: Son iki hükümetin (daha doğrusu AKP iktidarının), özellikle daha önceki Sn. Çiller, Sn. Yılmaz ve Sn. Ecevit’in kurduğu hükümetlerden bize göre çok önemli bir avantajı vardı: Öncekiler gibi, verecekleri tavizlerle (ki bu tavizlerin en büyükleri süresi belirsiz GB ve 3 Ağustos yasaları olmuş, ancak bunların 1995, 1999 ve 2002’de sandığa yansıması onlar yönünden hüsranla sonuçlanmıştır), AB’den alacaklarını hayal ettikleri gücü sandığa yansıtmak yerine; son seçimlerde sandıktan almış oldukları gücü, Türkiye’ye yönelik AB dayatmalarını ve oyalamalarını önlemede kullanarak, Türkiye’yi daha da güçlendirmek... Ne yazık ki, bu hükümetlerimiz de (etrafını derhal saran malûm danışman ve lobilerin etkisinde olacak), yanlışlığı ve ülkemize/ekonomimize zararları kanıtlanmış öncekilerin stratejisini daha da tavizkar bir tutumla uygulamayı yeğlemiştir.

 

Şayet yeni iktidar, kendini kanıtlama saplantısı içinde ( başına bilinçli olarak musallat edilen), lobilerin ve hayalcilerin etkisinde kalmayıp, Brüksel’e karşı daha sağlam durabilseydi; özellikle Sn. Tüzmen’in de vaktiyle sıkça söylediği gibi, GB’yi masaya getirerek, ayrıca  Kıbrıs Rum kesiminin haksız, yersiz ve kasıtlı olarak Türkiye’nin önüne geçirilmesine karşı çıksaydı ve 2007’de Romanya, Bulgaristan ve Kıbrıs’la birlikte tam üyelik takvimimizi ısrarla savunsaydı, sonuç ülkemiz için bugün çok daha iyi olurdu. Son Kopenhag Zirvesi’nde bu yönde atılan geri adım, Türkiye’ye hiç hayır getirmeyecektir, getirmiyor da... (2)

 

Sonuç

 

1.                     Türkiye özellikle son yıllarda, tek süper güç ABD ile, ona rakip olmaya çalışan AB’nin siyasi ve ekonomik kıskacına alınmış durumdadır. Bu kuşatmada ABD, mevcut ilişkilerimiz ve sorunlarımızı siyasi, İMF’yi de ekonomik baskı aracı olarak kullanmaktadır. AB ise, sözde adaylığımızı siyasi, Gümrük Birliği (GB) bağımlılığımızı da ekonomik dayatmalarına mesnet yapmaktadır. Bu yüzden tarihimizde ender görülen olağanüstü bir dönemden geçiyoruz.

 

Bu olağanüstü dönem, 1838 tarihli “Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması” ile başlayan, bizi Duyun-u Umumiye’ye (Osmanlıda devlet içinde devlet olan alacaklı devletlerin kurmuş olduğu genel borçlar idaresi) ve ardından da çöküşe götüren süreçle büyük bir benzerlik taşıyor. Tarihin tekerrürünü ancak geçmişten ders alarak önleyebiliriz. Ancak, bu dersi öncelikle sorumluluk mevkiinde bulunanlar almalıdır.

 

2.                     ABD  Süper güç olarak kalmak istiyor. Bunun için herşeyi mübah görüyor, BM’yi bile hiçe sayıyor. Hemen her olaya ve konuya yalnızca kendi çıkarları açısından bakıyor. Pax Americana’yı uygulamak istiyor. Bu tutum ise aslında dünya barışı için en büyük tehdidi oluşturuyor. Türkiye de bu tehditten nasibini alıyor, kendini yeterince koruyamıyor.

 

3.                     AB ise 40 yıl önceki AET değil. Geçen sürede ilişkilerimiz, AET/AB’nin dünyaya bakışı çerçevesinde 3 defa kalıp ve kabuk değiştirdi. Şöyle ki:

 

·          Bunların ilk ikisi olan 1973 ve 1979 yıllarındaki büyük petrol şokları, özellikle enerjide dışa bağımlı Avrupa’yı derinden etkiledi. Tüm devletler ve şirketler/piyasalar, geleceklerini yeniden ve köklü bir şekilde belirleme/planlama ihtiyacını duydu. Bunun en büyük faturalarından biri de Türkiye’ye çıktı. (3)

 

·          Üçüncü olarak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD’nin (ve AB’nin) Türkiye’ye ihtiyacı kalmadığı salt çıkarcı görüşü sebebiyle, Türkiye’nin Batıyla entegrasyonu projesi esaslı bir tadile uğradı. Türkiye’ye ancak bir tampon ülke olarak bakılmaya başlandı. Bu görüş, zamanla ortaya çıkan Avrasya gerçeği ve çevresindeki çok yönlü sorunlar nedeniyle, giderek etkisini kaybettiyse de, bunun Türkiye’nin önemine Batı gözündeki katkısı, yalnızca “Türkiye’nin dost, müttefik ve stratejik jandarma (ortak değil) olarak kontrol altında tutulması” dan ibaret oldu. ABD/IMF ve AB/GB bağımlılığı, sözde adaylık ve AGSP mutabakatı, bu yeni stratejinin gereği olarak yapılmıştı.

 

Artık bu şartlar altında 40 yıl öncesinin anlaşmalarına ve yanar-söner/döner beyanlara güvenmek, yalnızca kendimizi kandırmak olur. Hele AB, GB ile bizden alacağını fazlasıyla elde ettikten sonra...

 

4.                     Türkiye’deki ABD ve AB severler, tıpkı mütareke dönemindeki gibi “kraldan ziyade kralcı” bir tutum içindedir. Rumsfeld-Wolfowitz ve Verheugen-Karen Fogg güdümlüsü veya hayalci bu çevreler, her demokratik imkanı kullanıp adeta Türk devletine karşı bir psikolojik baskı politikası uyguluyor. Ulusal güçler ise bunlara karşı ne yazık ki çok dağınık ve yetersiz bir görünüm sergiliyor.

 

Görünen odur ki, Türkiye 85 yıl öncesinin Müdafaa-i Hukuk ortamına hızla sürüklenmektedir, hatta pek çok konuda sürüklenmiştir de. Bu nedenle, geçmişte olan-bitenleri unutarak, büyük tehlike karşısında içinde bulunduğumuz bezginlik, yılgınlık, dargınlık ve kırgınlık halinden hızla sıyrılmalı, ülkemizin/milletimizin geleceği için ortak paydalar oluşturarak mutlaka biraraya gelmeliyiz. Yoksa yarın çok geç olabilir...

 

5.                     İsrail-Filistin sorunu için şu özdeyiş çok geçerlidir: “Ortadoğuda Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz.” Bundan esinlenerek biz de Irak için şu görüşe inanıyoruz: “Irak’ta ABD tek başına da sıcak savaş kazanabilir, ancak Türkiye’siz barışı sağlayamaz.” Şimdilerde hata yaptığını itiraf eden Washington’daki şahinler, bu hatayı katmerleştirmek (Kürtlere özel önem ve statü verme ve Irak’ı parçalama) yerine, bundan dönmenin yollarını açmalıdır. Yoksa Irak’ta ikinci bir İran ve ikinci bir Filistin kaçınılmaz olur.

 

6.                     ABD ile ilişkilerimizin geleceği için karar verirken; Bush yönetiminin kamuoyunda giderek azalan kredisini ve 2004’te ABD’de seçim yapılacağını da dikkate alarak, şu soruyu da mutlaka sormalıyız: “Bugünkü ABD yönetimi (özellikle yeni muhafazakarlar) ne kadar ABD’li?..”

 

7.                     AB ile ilişkilerimizde ise temel soru şu olmalıdır: Hiç üye olmayacağımızı bilsek (ki, bir mucize olmazsa daha şimdiden görünen sonuç budur), acaba şimdiye kadar yaptıklarımızdan (örneğin GB ve 3 Ağustos yasaları) ve yapacaklarımızdan (örneğin, sonu gelmez yeni uyum paketleri) “çağdaşlık” adına hangilerine razı olabilirdik? Bu soru ilişkilerimizde turnusol kağıdıdır ve AB hayali uğruna atacağımız her adımda, açacağımız her uyum paketinde mutlaka ve öncelikle sorulmalıdır.

 

             ________________________________________________________________

 

 

(1)                 Bir devlet (tıpkı bir aile veya işletme bütçesi gibi), dış gelir-giderinde (dış ticaret) açık verirse, bunu ya mevcut birikimlerinden (döviz rezervleri) karşılar ya da dış borca başvurur. GB döneminde verdiğimiz dış ticaret açığı (1996-2002 döneminde toplam 325,5 milyar dolar ithalat – toplam 197,2 milyar dolar ihracat=) 128,3 milyar dolardır. Bunun 61,2 milyar doları AB ile ticaretten, bakiye 67,1 milyar doları da üçüncü ülkelerle ticaretten kaynaklanmaktadır.

 

Bu büyük açık, diğer döviz girdilerimize (turizm, işçi dövizi, bavul ticareti vb.) rağmen dış ödemeler dengemizin de açık vermesi sonucunu doğuruyor. Döviz rezervlerimiz yetersiz olduğundan, biz de her defasında bunu dış borç alarak ve IMF’nin giderek artan şartlarına katlanarak dengelemeye çalışıyoruz.

 

Bu yüzden dış borç ana para ve faiz ödemelerimiz çığ gibi artıyor. Nitekim, GB öncesinde bu tür ödemelerin 6 yıllık ortalaması 8.390 milyar dolar iken, 7 yıllık GB döneminde bu ortalama 16,1 milyar dolara sıçrıyor. (%92 artış). Oysa durum şöyle olmalıydı: Dış ticaret açığını normal dönemlerde  de  mutlaka  10  milyar  doların  altına        indirerek, diğer döviz girdileriyle ödemeler dengesinde her yıl yeterli düzeyde cari fazla yaratmak ve bunu da dış borçların  ödemesinde  kullanmak... Dış borç yükü  ve dışa bağımlılık ancak bu şekilde azaltılabilir. Yoksa, dış borçlarda da           borcu borçla ödemek yalnızca kendimizi aldatmak ve ekonomimizin/ülkemizin geleceğini uçuruma itmektir.

 

GB’nin yalnızca AB ile ticaretimizde açığa yol açtığı sanılmasın. Üçüncü ülkelerle ticaretimizden doğan açığın da ana sebebi (petrol ve silah alımları hariç) GB’dir. Çünkü GB yüzünden bu ticarette de Brüksel’in çok daha düşük olan Ortak Gümrük Tarifesine (OGT) uymak zorundayız. Bu bakımdan genelde yapılanın aksine, dış ticaretimizdeki açıktan söz ederken, yalnızca AB ile ticaretten doğan değil, toplam ithalat-ihracat farkını (son 7 yılda 128,3 milyar dolar) dikkate almalıyız.

 

(2)                 Bu konuda ek bilgi için, Jeopolitik Dergisi’nin güz 2002 sayısında yayımlanan “AB Yolunda Kopenhag Şaşkınlığı ve Çıkış Yolu” adlı incelememiz tavsiye olunur.

 

(3)                 Petrol şoklarının AET/AB ile ilişkilerimizde bize ödettiği başlıca ağır faturalar şunlardır:

 

-              1973’ten itibaren, başta Almanya olmak üzere tüm AB (AET) ülkeleri Türkiye’den işçi alımını durdurdu.

 

-              Ardından 1973 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması’na dayalı katma protokol’le başlatılan Gümrük Birliği sürecinde öngörülenlerin aksine, Türk tekstiline AET tarafından 1976’dan itibaren kota uygulanmaya başlandı. Bu haksız karara itirazımız sonuç vermeyince, Türkiye de (Anlaşmanın 60. maddesinden doğan hakkını kullanarak) karşı önlem almak zorunda kaldı. Kota uygulaması GB’nin başladığı 1996’ya kadar sürdü. Türkiye bu haksız uygulamadan büyük zararlar gördü. AB yanlılarının iddialarının aksine, Türkiye’nin gümrük indirimlerini 1978-1987 döneminde ertelemesi, bu tek yanlı karara karşı bozulan ekonomik yapısı nedeniyle alınan bir önlemdir.

 

-              Türkiye’ye yapılan haksızlıklar bununla da kalmadı. Vadedilen uyum ve telafi amaçlı mali yardımların (1,4 milyar dolar) büyük bir bölümü (4,5 ve 6. mali protokoller) Yunan vetosu bahane edilerek verilmedi, GB ile de bunlara sünger çekildiği gibi, GB çerçevesinde verilmesi öngörülen 3,2 milyar dolarlık yardımın da %10 kadarı ancak ödendi. Gerisinin de bu defa sözde adaylığımız bahanesiyle üzerine yatıldı.

 

Bu konuda şu ek bilgiyi de verelim: 1-3. mali protokollerle verilmiş olan 752 milyon dolar tutarındaki mali yardımların büyük çoğunluğu da hibe değil, faiz karşılığı kredidir. (1981 yılında Yunan vetosu yüzünden verilmeyen mali yardımlardan 4. mali protokole ilişkin olanı yaklaşık 900 milyon dolar olup, bunun %7’lik yıllık faizle 22 yıllık birikimli güncel tutarı 3,9 milyar dolardır.)